Kitabın ikinci bölümünün başlığı şöyle: "Argümantasyon, Konuşmacı ve Dinleyici Kitlesi". Şu soruyla başlıyor Perelman: "Argümantasyonu formel doğru tanıtlamadan ayıran şey nedir?" Okuyalım:
."İlk önce şunu söylemeliyiz: doğru bir tanıtlama, formelleştirilmiş sistemlerde ortaya konan kurallara uyan bir tanıtlamadır; buna mukabil argümantasyon doğal dilden kaynaklanır. Dolayısıyla da, tanıtlamada kullanılarn imlerin belirsizlikten ari olduğu kabul edilirken, argümantasyonun dayandığı dil, önceden giderilemeyecek belirsizliklerle doludur. Bunun anlamı şu -ki ben de bunun altını çizmek istiyorum: tanıtlama ve argümantasyon aksiyomların konumu, başlama noktası açısından farklılaşır.
.Matematiksel tanıtlamadaki aksiyomlar tartışma konusu yapılmaz. Matematikçiler aksiyomları ya doğru, apaçık yahut da yalın hipotezler olarak görürler ve bunları kullanırken dinleyicilerin bu aksiyomları kabul etmeleri konusunda herhangi bir sorun yaşamazlar. Bunun yanında, Aristo'nun da Topikler'de işaret ettiği gibi, aksiyom tercihleri gerekçelendirilmek istendiğinde, argümantasyona başvurulmak durumundadır.
.
Argümantasyonun amacı, verili öncüllerden sonuçlar çıkarmak değildir; onun asıl amacı, dinleyici kitlesinin, takdirlerine sunulmuş tezleri kabul etmesini yahut bu tezleri daha çok benimsemesini sağlamaktır. Böyle bir benimseme gaipten gelecek değil; benimseme, konuşmacı ve dinleyici arasında cerayan eden bir zihinler buluşmasını varsayar. Etkili olabilmek için, konuşma duyulmalı, kitap okunmalıdır. İnsan kendi kendisiyle konuşurken, yani nedenler ileri süren kişi ile bunları duyan, alan kişi aynı olduğunda bile, zihinlerin buluşması vazgeçilmezdir. Şu söz de buradan çıkmıyor mu: "İçindeki şeytanı dinleme!' "
.
İmdi, muhtemelen daha sonra açığa kavuşturulacaktır. Ancak bu noktada aklıma gelen bir kaç noktayı not etmek zorundayım. Diyalektik muhakeme ile tanıtlayıcı muhakemenin aksiyomların, yani muhakemeye başlarken kullandığımız argümanların konumu itibariyle ayrıldıklarını söyledi Perelman. Ancak gözden kaçmaması gereken bir nokta var, nitekim Perelman da belirtti: Tanıtlayıcı muhakeme (formel mantık) tanıtlamayı hedefler. En azından tanıtlamanın temel ve formel koşullarını belirler. Diyalektik muhakeme ne yapar peki? Argümantasyon diyor Perelman, dinleyicileri ikna etmeye çalışır. Birinci bölümde şöyle kurmuştu argümanını Perelman: Tanıtlayıcı muhakeme tanıtlamayı, sonuç çıkarmayı hedefler. Öncüller gayrı şahsidir ve doğruluk öncüllerin doğruluğuna bağlı olarak garanti edilir. Oysa diyalektik muhakeme genel olarak kabul edilen önermelerden, başka bir deyişle, doğruluğu garantili olmayan öncüllerden başlar.
.
İmdi, diyalektik muhakemenin neyi hedeflediğine henüz gelemedik. Tanıtlayıcı muhakeme ile bir karşıtlık kurarken, diyalektik muhakemenin sonuç çıkarmayı hedeflemediğini de söylüyor.
.
Ancak, şimdiye kadar Aristo'dan ve Perelman'dan okuduklarımızdan şöyle bir sonucu çıkarmanın daha makul olduğunu düşünüyorum:
.
Tanıtlayıcı muhakeme, verili öncüllerden sonuç çıkarır. Sonucun doğru olması için, öncüllerin de doğru olması gerekir. Eğer öncüllerin doğruluğuna ancak ancak ve tanıtlayıcı muhakeme ile ulaşabileceğimizi düşünse idik, sonsuz geri gidişle daima doğru öncülleri olan yeni tasımlar oluşturmak zorunda kalırdık. Yine Perelman'ın da değindiği gibi, bu ilk öncüllerin oluşumu açısından apaçıklık kavramı kullanılır. Ancak apaçık olanların sayısı hem sınırlıdır, hem de apaçıklık hiç de apaçık değildir. Bu durumda öncüllerin oluşturulması için tanıtlayıcı olmayan muhakeme yapılmalıdır. Tanıtlayıcı olmayan muhakeme, genel olarak kabul edilmiş görüşlerden, sonuçlar çıkarır elbette. Muhakeme ise, sonuç çıkaracaktır zaten. Amaç, tanıtlayıcı muhakemenin öncülleri olacak öncülleri oluşturmaktır. Bu durumda da, öncüllerin doğruluğunun apaçıklıktan başka bir yerde, genel olarak kabul edilmiş olmakta yattığını söylemek lazım. Peki genel olarak kabul edilmiş olmak ne demek: Aristo, Topikler'de ne diyordu: Herkesin, çoğunluğun yahut da filozofların. Filozoflardan kasıt da, ya bütün filozoflar, ya çoğunluğu ya da en ünlü ve itibarlıları. (Biz buna hikmet sahibi kişiler diyelim.) İmdi, ortaya çıkan şey şu: Öncüllerin doğruluğu apaçıklığa da dayanmaz, pek çok mantık kitabında yazdığı gibi, diğer felsefe disiplinlerine ve bilimin önermelerine de. Çünkü daima akisyomlar olmak zorundadır ve aksiyomlar her halükarda diyalektik muhakeme ile oluşturulur. O zaman öncüllerin doğruluğu, esasında genel kabul edilmişliğe bağlıdır. Bu genel kabul edilmişlik de, eh şunun bunun değil, bilgililerin, bilginlerin, bilgelerin kabulüdür. Diyalektik çoğunlukla bununla ilgili iken, retorik, cahil cühelaya bilgilerin aktarılabilmesiyle ilgilidir. Perelman'ın, şu ana kadar değindiği ancak altını kalınca çizemediği mesele, burada yatıyor gibi. Yani diyorum ki, asıl meseleye giriş yapabilmek için bir hakikat/doğruluk tartışması yapmak lazım; hakikatin doğruluğun temelinin de insanların kabulü olduğunu görmek lazım. Ve her kapı yine sana çıkıyor Ch. S. Peirce! Yerinde rahat yatasın!
.
Okumaya devam ediyoruz. Perelman, zihinlerin buluşmasından bahsediyordu:
.
"Böylesi buluşmaların önemini kabul eden her toplum, bu buluşmaları organize etmeye çalışır, hatta bunları zorunlu kılar. Pazar ayini rahip ile cemaatin her hafta bir araya gelmesini sağlar; zorunlu eğitim öğrencilerin öğretmenin huzurunda bulunmasını garanti eder; parlamentonun anayasanın belirlediği şekilde her yıl toplanması, hükümeti milletin seçilmiş temsilcilerinin karşısına çıkarır; ve hukuki prosedürler, davalı istemesi bile, davacıya normal bir yargılamanın yapılması imkanını sunar.
.
Ritüeller, eğitim programları, parlamento gelenekleri ve usul kuralları, iletişime ait konular belirler. Bunlardan yüz çevirmek ise, yasadışılık yahut usulsüzlük, küstahlık, küçük düşme yahut da skandal olarak kabul edilir.
(...)
Argümantasyon, bir dinleyici kitlesi üzerinde etkide bulunmayı, dinleyici kitlesinin kanaatlerini yahut eğilimlerini tartış vasıtasıyla değiştirmeyi amaçlar ve bunu, kendi iradesini sınırlama yahut koşullama ile dayatarak değil, zihinlerin buluşmasını sağlamaya çalışarak gerçekleştirir. Dolayısıyla, fikrine değer atfedeceğimiz bir kişi olmak, boşverilebilecek bir şey değildir. Benzer şekilde, belli durumlarda konuşabiliyor olmak, bir grubun, kurumun yahut devletin sözcüsü olmak ve dinlenecek olmak, önemlidir.
(...)
İşaret etmeliyiz ki, argümantasyon sadece salt enetlektüel (akli) benimsemeyi sağlamayı amaçlamaz. Argümantasyon çoğu zaman bir eyleme yöneltmeyi (teşvik etmeyi) veya en azından bir eyleme karşı eğilim yaratmayı amaçlar.
(...)
Örnekler gösteriyor ki, biz argümantatif bir tartışmada sunulan tezlerle ilgilenirken, bu tezler de bazen salt entelektüel bir sonucu ortaya çıkarmayı amaçlarken bazen de yakın veya müstakbel bir eylemi ortaya çıkarmayı amaçlar. Tartışma yürüten kişi, sadece bizim fakülteler dediğimiz entelekt, duygu yahut irade gibi şeylere hitap etmez; bütün bir kişiliğe hitap eder, ancak duruma göre argümanlar farklı sonuçlara yönelir ve tartışmanın amacına ve etkilenilecek dinleyici kitlesine uygun metotlar kullanılır. Hukuk yahut ceza yargılamasında görev yapan bir avukat, ikna etme durumunda olduğu mahkemeye bağlı olarak farklı stil ve türlerde argümanlar kullanacaktır. Argümantasyon teorisinin verebileceği tek tavsiye, konuşmacının kendisini dinleyiciye uyarlamasıdır.
.
Argümantasyonun merkezinde yer alan dinleyici kitlesi nedir? Bazen cevap bellidir. Mahkemede konuşan avukat, mahkemeyi oluşturan jüriyi yahut yargıçları ikna edecektir. Peki ya Parlemantoya hitap eden devlet adamı? Onun dinleyici kitlesi, konuşmacı televizyondan yayınlandığında dahi, kendisini dinlemekte olan her bir kişi midir? Bir gazetecinin röportaj yaptığı kişi, gazeteciye mi, gazetenin okurlarına mı yoksa ulusal veya uluslararası kamuoyuna mı cevap vermektedir? Hemen fark edebileceğimiz üzere, konuşmacının dinleyici kitlesini fiziksel olarak dinleme durumunda olanlarla yahut da, a fortiori, konuşmacının sözlerini okuma şansına sahip olacaklarla teşhis etmek söz konusu değil. Üstelik, konuşmacının dinleyici kitlesinin bir kısmını ihmal edebileceğini de dikkate almalıyız.
.
Dinleyici kitlesi illa da konuşmacının açıkça hitap ettiği kişiler olmak zorunda değil. İngiliz parlamentosunda, milletvekillerinin Hükümet Sözcüsüne hitap ettiği varsayılır, fakat esasında kendi parti üyelerine hitap ederler, bazen de bu vasıtayla ulusal ve uluslararası kamuoyunun fikirlerini etkilemeye çalışırlar. Bir köy kahvesinde şöyle bir yazı görmüştüm: "Şirin köpek, oturaklara çıkma olur mu?" Kahveye giren köpeklerin Fransızca okuyabildiğini ve anlayabildiğini söylemiyor elbette bu yazı. Eğer, argümantasyon teorisinin gelişmesi için dinleyici kitlesini kullanışlı bir tarzda tanımlamak istiyorsak, onu, konuşmacının argümanlarıyla etkilemek istediği kişilerin toplamı olarak kabul etmeliyiz.
.
Bu topluluk kimlerde oluşur peki? Oldukça değişkendir bu. Hassas bir konuya nasıl karşılık vermesi gerektiği üzerinde derin derin düşünen bir kişi de olabilir. Bütün bir insanlık, yahut da ehil ve mahuk olanlar bütün insanlar da -ki ben buna evrensel dinleyici kitlesi diyorum.
.
Bazı kişiler, özellikle de en bireyci ve akılcı (rasyonalizm taraftarları) olanlar açısından, kişinin kendi kendisiyle tartışması, samimi ve dürüst muhakemenin modelini oluşturur; burada saklı gizli birşey yoktur, kimse kandırılmaz ve kişi ancak kendi belirsizliğine karşı zafer kazanabilir. (...)
.
Schopenhauer ve J.S. Mill gibi bazı yazarlar için her ne kadar diyalektik başka bir kişiyle girişilen müzakerenin tekniği ve retorik de kamusal tartışmaların tekniği ise de, mantık kişinin kendi düşüncesinin işleyicişine uygulanabilecek kurallar olarak belirlenir. Chaignet'ye göre, ikna ile inandırma arasındaki fark, iknanın başkalarına inandırmanın ise kişinin kendisine yönelmesidir. Ancak bunların hepsi psikanalizin orta çıkmasından önce idi; psikanaliz, kendi kendimizi kandırabileceğimize ve kendimiz için bulduğumuz nedenlerin esasından rasyonelleştirmelerden başka bir şey olmadığına inandırdı bizi. Bu düşünceye daha önce Schopenhauer'de de rastlamak mümkün: "entelekt", bizatihi kendileri tamamen irrasyonel olan gerçek saiklerimizi sadece kamufle eder."
.
Perelman, soru cevap yönteminin olası olumlu yanlarına değindikten sonra, şöyle devam eder:
.
"Fizik, tarih veya hukuk gibi bir alanda, uzmanlardan oluşmuş bir dinleyici kitlesine hitap eden sunumla alakadar olduğumuzda, soru cevap tekniğinin pek değeri yoktur: zira her bir disiplin, bütün uzmanların bilmesi gerektiği düşünülen ve nadiren sorgulanan tez ve metotlara sahiptir. Birisi çıkıp da, kendi yetersizliğini ifa etmeksizin bu tez ve metotlara keyfi bir şekilde karşı koyamaz, çünkü böyle yapılması bilimsel inançların istikrarına aykırı olacaktır. Bu tip inançlar bir bir disiplinin ne kadar merkezinde ise, terk edilmeleri de o kadar zor olur. (...)
.
Bilgili bir topluluğa hitap bir uzman ile kilisesinde vaaz veren rahip, açıklamalarını temellendirebileceği tezleri bilir; ancak filozof, çok daha zor bir durumdadır. Filozof, ilkesel olarak tartışmasını herkese, onu dinlemeye yönlendirilmiş ve argümantasyonunun takip etme kabiliyetine sahip kişilerden müteşekkil bir evrensel dinleyici kitlesine yöneltir. Rahipten ve bilim adamından farklı olarak filozof, dinleyici kitlesinin bütün üyelerinin kabul ettiği felsefi tezler listesine sahip değildir. Filozof, böyle bir tezler listesi yerine, evrensel dinleyici kitlesinin bütün üyeleri açıkça benimsemiyorsa bile -imkansızdır bu zaten- yine de yeteri derecede aydınlanmış her bir insanı rıza göstermeye zorlayacak olgular, hakikatler ve evrensel değerler bulma peşindedir. Dolayısıyla filozof, evrensel dinleyici kitlesinin her bir üyesinin, hitap ettiği ettiği aynı sezgileri ve apaçık hakikatleri paylaşan topluluğun parçası olduğunu varsayarak, sağduyuya ve müşterek fikre, sezgiye yahut apaçıklığa başvurur."
.
Perelman, Pascal'ın iknayı (persuasion) duygularla, düşünülmeden verilen tepkilerle, inandırmayı (convincing) ise akla başvuran tartışmayla açıklamasına; yahut Kant'ın birincisini sübjektif ikincisini ise objektif olarak nitelemesine karşın, daha teknik ve net bir tarzda tanımlama yapmayı önerir: belli bir dinleyici kitlesine hitap eden tartışma ikna, evrensel dinleyici kitlesine hitap eden tartışma ise inandırmadır. Burada önemli olan dinleyicilerin sayısı vs değil, konuşmacının niyetidir: konuşmacı bazı kişilerin mi yoksa bütün aklı başında varlıkların mı bir düşünceyi benimsemesini istemektedir?
.
"İnandırcı bir tartışma, öncülleri evrenselleştirilebilir, yani ilkesel olarak, evrensel dinleyici kitlesinin üyelerinin hepsince kabul edilebilir olan bir tartışmadır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder