3 Şubat 2009 Salı

Aristoteles, Retorik, Kitap I, Bölüm 1

Retorik, diyalektiğin eşdeşidir. (Eşdeş, İngilizce counterpart'ın karşlığı. Mukabil demek. Ama hangi açıdan ve hangi karşılıklı bağlamlarda mukabil olduğunu söylemiyor.) Her ikisi de, aşağı yukarı bütün insanların genel bilgi alanı içine giren ve belirli bir bilime ait olmayan şeylerle ilgilidir. Dolayısıyla da herkes bunları şöyle ya da böyle kullanır; zira bütün insanlar belli bir dereceye kadar düşünceleri tartışmaya ve bu düşüncelerde ısrar etmeye, kendilerini savunmaya ve başkalarına karşı çıkmaya teşebbüs ederler. Sıradan insanlar bunu ya rastgele ya da yapa yapa kazanılmış bir alışkanlıkla yaparlar. (Peki sıradan olmayan insanlar nasıl yapar? Üstelik bir sonraki paragrafın başında retorik hakkında yapılan incelemelerin sahiplerinin konunun ancak bir kısmını ortaya koyduğunu söylüyor. Öyleyse retoriği bilerek yapan kimse yok mu? Yoksa sıradan insanlar sınırlaması neden?) Her iki yol da mümkün olduğundan, konuyu sistemli bir şekilde ele alabileceğimiz açık; çünkü neden bazı konuşmacıların pratikle bazılarınınsa kendiğilinden başarılı olduğunu soruşturmak mümkün; ve böyle bir soruşturmanın bir sanatın işlevi olacağı konusunda herkes en baştan hemfikir olacaktır. (Öyleyse retorik bir sanat mı?)


İmdi, halihazırdaki retorik hakkında yapılan incelemelerin sahipleri bu sanatın ancak bir bölümünü inşa etmiş bulunuyorlar. Bu sanatın yegane hakiki unsurları, ikna tarzlarıdır: bunun dışındaki herşey süsten ibarettir. Ne var ki bu yazarlar, retorik iknanın tözü olan entimemler hakkında hiçbir şey söylemezler ve asli olmayan şeylerle uğraşırlar. Önyargı, acıma, kızma ve benzeri hislerin uyandırılmasının asli olgularla herhangi bir ilişkisi yoktur; bunlar, bir olayı değerlendiren (ve sonunda yargıda bulunan) kişiye şahsi bir çağrıdan başka bir şey değildir. Sonuçta şu anda bazı devletlerde -özellikle de iyi yönetilen devletlerde- yargılama için konulmuş kurallar heryerde uygulanıyor olsaydı, bu gibilerin söyleyeceği hiçbir şey olmayacaktı. Yasaların böyle kurallar getirmesi gerektiğini şüphesiz herkes düşünür, ama bazısı da, Areopagus mahkemesinde olduğu gibi, düşüncesini pratiğe döker ve asli olmayan şeyler hakkında konuşmayı yasaklar. Doğru hukuk ve örf budur. Yarıgıcı; kızgınlığa, kıskançlığa yahut acımaya sürükleyerek saptırtmak doğru değildir -marangozun cetvelini kullanmadan önce eğip bükmek de pekala mümkündür. (Karar, yargıcın elinden çıktı diye doğru olmak zorunda değil.) Yine, davacının iddia edilen olayın öyle ya da böyle olduğunu, yani gerçekleşip gerçekleşmediğini göstermekten başka yapacağı bir şey yoktur. Bir şeyin önemli önemsiz, adil gayrı adil olması açısından ise, yargıç, davanın taraflarından talimat almayı kesinlikle reddetmelidir (taraflar bu konuda yol gösterici olmamalıdır): yasakoyucunun henüz tanımlamadığı hususlarda kararı bizzat kendisi vermelidir.

İmdi, iyi hazırlanmış yasaların bütün konuları mümkün olduğunca belirlemesi ve yargıcın kararına mümkün olduğunca az şey bırakması çok önemlidir; bunun da çeşitli nedenleri vardır. Öncelikle, adaleti yasalaştırmaya ve idare etmeye (belki 'yasamaya ve adaleti idare etmeye') ehil bir veya birkaç aklı başında insan bulmak, çok sayıda insan bulmaktan daha kolaydır. (Aklı başında birkaç kişi yasaları yapsın ve yargının işleyişini düzenlesin; yargıçların sayısı o kadar çok ki, hepsinin aklı başında olma ihtimali az.) Sonra, yasalar uzun süren bir muhakemeden sonra yapılır; oysa mahkemelerin kararı kısa bir değerlendirmenin arkasından verilir, ki bu da, davanın, adaletin ve menfaatin taleplerini (aynı anda) yerine getirmesini sağlamaya çalışan kişilerin işini zorlaştırır. En önemli neden ise şudur: yasakoyucunun kararı geleceğe ilişkin ve geneldir, belli bir olaya has değildir; oysa meclis ve jüri üyelerinin görevi, önlerine getirilen belirli davalar hakkında karar vermektir. Karar verme durumunda olan bu kişiler çoğunlukla dostluk, nefret yahut kişisel çıkar duygularının kendilerini etkilemesine öyle izin verirler ki, hakikati net bir şekilde göremezler ve kararları kişisel haz yahut acı gibi düşüncelerle bulanıklaşır. (Yasakoyucu bilmediği durumlar için geleceğe yönelik olarak ve muhtemelen sağlam bir ilke temelinde kurallar koyar. Oysa yargı kararı, geçmişte olmuş ve belli kişilerin taraf olduğu bir olayla ilgilidir. Yasakoyucunun davanın taraflarını bilmemesi, onun tarafsızlığının garantisi olarak sunuluyor.) Öyleyse diyoruz ki, genel olarak, yargıca karar vermesi için mümkün olduğunca az şey bırakılmalıdır. Ancak bir şeyin gerçekleşip gerçekleşmediğine, olup olmayacağına yahut öyle ya da böyle olduğuna ilişkin sorunlar, zorunlu olarak yargıca bırakılmalıdır; zira yasakoyucu bunları öngöremez. Böyle olunca da, 'giriş'in yahut 'anlatım'ın veyahut da konuşmanın diğer bölümlerinin içeriğinin ne olması gerektiği gibi öteki konular hakkında kurallar koyan herkes, asli olmayan şeyleri, sanki bu sanata aitlermiş gibi kuramlaştırmış olmaktadır. Bu yazarların burada uğraştıkları tek soru, yargıcın önceden belirlenmiş bir ruh haline nasıl sokulacağıdır. Konuşmacının doğru inandırma tarzları hakkında -yani, entimemler hakkında nasıl beceri kazanılacağı konusunda bize söyleyecekleri hiçbir şey yoktur.

Öyleyse şu çıkıyor ortaya: siyasi nutuk ile adli nutukta aynı sistematik ilkeler işlemesine rağmen, ve siyasi nutuk daha soylu bir iş ve bir vatandaş için özel şahıslar arasındaki ilişkilerle ilgili olan (adli nutuktan) daha uygun olmasına rağmen, bu yazarların hepsi siyasi nutuk hakkında herhangi bir şey söylemez de, mahkemede konuşma (suçlama veya savunma yapma, herhangi bir iddiada bulunma) tarzı üzerine incelemeler yazmaya çalışırlar. Bunun nedeni, siyasi nutukta asli olmayan şeyler hakkında konuşmak için daha az saik bulunmasıdır. Political oratory is less given to unscrupulous practises than forensic, because it treats of wider issues. Siyasi bir tartışmada bir hüküm oluşturan kişinin (her iki taraf da olabilir, ancak her halükarda iddiayı dinleyerek hüküm oluşturan kişi olarak düşünülmeli) verdiği karar, kendi hayati çıkarları hakkındadır. Dolayısıyla da olguların, alınacak bir önlemin destekleyicisinin söylediği şey olduğundan başka bir şeyin ispatlanmasına gerek yoktur. Adli nutukta ise bu yeterli değildir; burada önemli olan dinleyicinin yatıştırılmasıdır. Başka insanların ilişkileri hakkında karar verilecektir; bu durumda da kendi çıkarlarına odaklanmış ve tarafgirane dinleyen yargıçlar, bu kişiler arasında bir yargılama yapmaktansa kendilerini tartışmacılara teslim ederler. Bu yüzden, daha önce de söylediğimiz gibi, pek çok yerde, mahkemelerde alakasız şeylerden bahsetmek yasaklanmıştır: halk mecilisinde hüküm verecek olan kişiler de buna karşı (alakasız şeylerden bahsedilmesine karşı) kendilerini koruyabilirler.

O zaman, dar anlamıyla retorik incelemesinin ikna tarzlarıyla ilgili olduğu aşikârdır. İkna bir tür tanıtlamadır, zira bir şeyin tanıtlandığını düşündüğümüzde en üst seviyede ikna olmuş oluruz. Hatibin tanıtlaması bir entimemdir, ve bu, genel itibariyle, ikna tarzlarının en etkilisidir. Entimem bir tasım türüdür, ve istisnasız her türden tasımın ele alınması, ya bütün olarak diyalektiğin ya da dallarından birinin işidir. Dolayısıyla, açıkça ortaya çıkıyor ki, tasımın nasıl ve hangi unsurların birleşmesiyle üretildiğini en iyi görebilen kişi, hele bir de entimenin konusunu ve dar anlamıyla mantığın tasımından hangi açılardan ayrıldığını öğrenirse, entitem konusunda ustalaşmış olacaktır. Neyin doğru neyin yaklaşık olarak doğru olduğu, aynı yetiyle kavranır; insanların doğru olan için doğal bir içgüdüsü olduğu ve genellikle doğruya ulaştıkları da söylenebilir. Dolayısıyla, doğruyu tahmin etmede iyi olan kişi ihtimalleri tahmin etmede de iyidir.

Retorik üzerine yazan sıradan yazarların asli olmayan şeyleri ele aldığını böylece göstermiş olduk; aynı zamanda adli nutuk dalına neden daha eğilimli olduklarını da gösterdik.

Retorik, (dört nedenden dolayı) yararlıdır: (1) doğru şeyler ve adil şeyler karşıtlarına baskın çıkma konusunda doğal bir eğilime sahip olduklarından, eğer yargıçların kararı olması gerektiği gibi değilse, yenilgi konuşmacılardan kaynaklanmıştır ve buna uygun olarak ayıplanmalıdırlar. Üstelik (2) tam bir bilgiye sahip olmak bile, bazı dinleyecilir karşısında, inandırmak için yapacağımız konuşmayı kolaylaştırmaz. Çünkü bilgiye dayanan argüman öğretim gerektirir ve (argümanınızın dayandığı bilgileri) öğretemeyeceğiniz kişiler vardır. Öyleyse burada ikna tarzı ve argüman olarak, Topikler'de halktan bir dinleyici kitlesini yönlendirme tarzını incelerken gördüğümüz gibi, herkesin sahip olduğu nosyonları kullanmalıyız. Dahası, (3) iknayı, tıpkı kesin muhakemenin kullanılabileceği gibi, sorunun her iki tarafına da uygulayabilmeliyiz; bunu, iknayı pratikte her iki açıdan da kullanabileceğimiz için değil (zira insanları yanlış şeye inandırmamalıyız), olguların ne olduğunu açıkça görebilelim diye ve bir kişi dürüst olmayan bir şekilde tartışıyorsa, kendi hesabımıza onu yalanlayabilelim diye yapabilmeliyiz. Başka hiçbir sanat karşıt sonuçlar çıkaramaz: sadece diyalektik ve retorik yapabilir bunu. Bu her iki sanat da tarafsız bir şekilde karşıt sonuçlar çıkarır. Ne var ki, altta yatan olgular kendilerine karşıt görüşlerin ellerine eşit derecede bırakıvermezler. Hayır; doğru olan şeyler ve daha iyi olanlar, doğaları itibariyle, neredeyse her zaman daha kolay ispatlanabilirler ve onlara daha kolay inanılır. Yine, (4) insanın azalarıyla kendini savunamadığı için kınanması gerektiğine inanmak ama konuşması ve aklıyla kendini savunamadığında kınanmaması gerektiğine inanmak saçmadır, üstelik insan için akli konuşmanın kullanılması azaların kullanılmasından daha ayırt edici bir özellik iken. Böyle bir konuşma gücünü haksız bir şekilde kullananan kişinin en büyük zararı verebileceği söylenerek karşı çıkılacak olursa, (bilinmeli ki) bu, erdem dışındaki bütün iyi şeylere ve herşeyden önce de kuvvet, sağlık, refah ve önderlik gibi en yararlı şeylere de karşı yapılabilecek ortak bir suçlamadır. Bunları doğru bir şekilde kullanan kişi en büyük faydayı sağlayabileceği gibi, yanlış kullanarak en büyük zararı da verebilir.

Öyleyse, retoriğin tek bir konu sınıfıyla ilgili olmadığı ve en az diyalektik kadar evrensel olduğu açıktır; aynı zamanda, yararlı olduğu da açıktır. Şu da çok açık: retoriğin işlevi sadece iknada başarılı olmak değildir, daha çok, her bir tekil olayın müsaade ettiği oranda başarıya mümkün olduğunca yaklaşmanın yollarını kefşetmektir. Bu açıdan bütün diğer sanatlara benzer. Mesela, tıbbın tek işlevi sadece insanları sağlıklı yapmak değil, aynı zamanda onları mümkün olduğunca sağlığa giden yola sokmaktır; tam anlamıyla sağlıklı olamayacaklara bile mükemmel bir tedavi sunmak mümkündür. Bunun yanında, aynen hakiki tasım ile görünüşte çıkarımı birbirinden ayırmak diyalektiğin görevi olduğu gibi, hakiki ikna tarzları ile görünüşte ikna tarzlarını birbirinden ayırmanın retoriğin işlevi olduğu da açıktır. İnsanı 'sofist' yapan yetisi değil, ahlaki amacıdır. Bununla birlikte retorikte retorisyen ifadesi, konuşmacının bu sanat hakkında bilgisini de ahlaki amacını da tanımlayabilir. Diyalektikteyse durum farklıdır: kişi belli bir ahlaki amacı olduğu için 'sofist'tir, buna karşın bir kişi, ahlaki bir amacı olduğu için değil yetisi olduğu için 'diyalektisyen'dir.

Şimdi de Retoriğin bizzat kendisinin sistematik ilkelerini -belirlediğimiz hedefe ulaşmanın doğru yöntem ve yollarını açıklayalım. Şimdi yeniden başlıyor gibi yapmalı ve daha fazla ilerlemeden retoriğin ne olduğunu tanımlamalıyız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder