26 Şubat 2009 Perşembe

Chaim Perelman'a devam...

Kitabın ikinci bölümünün başlığı şöyle: "Argümantasyon, Konuşmacı ve Dinleyici Kitlesi". Şu soruyla başlıyor Perelman: "Argümantasyonu formel doğru tanıtlamadan ayıran şey nedir?" Okuyalım:
.
"İlk önce şunu söylemeliyiz: doğru bir tanıtlama, formelleştirilmiş sistemlerde ortaya konan kurallara uyan bir tanıtlamadır; buna mukabil argümantasyon doğal dilden kaynaklanır. Dolayısıyla da, tanıtlamada kullanılarn imlerin belirsizlikten ari olduğu kabul edilirken, argümantasyonun dayandığı dil, önceden giderilemeyecek belirsizliklerle doludur. Bunun anlamı şu -ki ben de bunun altını çizmek istiyorum: tanıtlama ve argümantasyon aksiyomların konumu, başlama noktası açısından farklılaşır.
.
Matematiksel tanıtlamadaki aksiyomlar tartışma konusu yapılmaz. Matematikçiler aksiyomları ya doğru, apaçık yahut da yalın hipotezler olarak görürler ve bunları kullanırken dinleyicilerin bu aksiyomları kabul etmeleri konusunda herhangi bir sorun yaşamazlar. Bunun yanında, Aristo'nun da Topikler'de işaret ettiği gibi, aksiyom tercihleri gerekçelendirilmek istendiğinde, argümantasyona başvurulmak durumundadır.
.
Argümantasyonun amacı, verili öncüllerden sonuçlar çıkarmak değildir; onun asıl amacı, dinleyici kitlesinin, takdirlerine sunulmuş tezleri kabul etmesini yahut bu tezleri daha çok benimsemesini sağlamaktır. Böyle bir benimseme gaipten gelecek değil; benimseme, konuşmacı ve dinleyici arasında cerayan eden bir zihinler buluşmasını varsayar. Etkili olabilmek için, konuşma duyulmalı, kitap okunmalıdır. İnsan kendi kendisiyle konuşurken, yani nedenler ileri süren kişi ile bunları duyan, alan kişi aynı olduğunda bile, zihinlerin buluşması vazgeçilmezdir. Şu söz de buradan çıkmıyor mu: "İçindeki şeytanı dinleme!' "
.
İmdi, muhtemelen daha sonra açığa kavuşturulacaktır. Ancak bu noktada aklıma gelen bir kaç noktayı not etmek zorundayım. Diyalektik muhakeme ile tanıtlayıcı muhakemenin aksiyomların, yani muhakemeye başlarken kullandığımız argümanların konumu itibariyle ayrıldıklarını söyledi Perelman. Ancak gözden kaçmaması gereken bir nokta var, nitekim Perelman da belirtti: Tanıtlayıcı muhakeme (formel mantık) tanıtlamayı hedefler. En azından tanıtlamanın temel ve formel koşullarını belirler. Diyalektik muhakeme ne yapar peki? Argümantasyon diyor Perelman, dinleyicileri ikna etmeye çalışır. Birinci bölümde şöyle kurmuştu argümanını Perelman: Tanıtlayıcı muhakeme tanıtlamayı, sonuç çıkarmayı hedefler. Öncüller gayrı şahsidir ve doğruluk öncüllerin doğruluğuna bağlı olarak garanti edilir. Oysa diyalektik muhakeme genel olarak kabul edilen önermelerden, başka bir deyişle, doğruluğu garantili olmayan öncüllerden başlar.
.
İmdi, diyalektik muhakemenin neyi hedeflediğine henüz gelemedik. Tanıtlayıcı muhakeme ile bir karşıtlık kurarken, diyalektik muhakemenin sonuç çıkarmayı hedeflemediğini de söylüyor.
.
Ancak, şimdiye kadar Aristo'dan ve Perelman'dan okuduklarımızdan şöyle bir sonucu çıkarmanın daha makul olduğunu düşünüyorum:
.
Tanıtlayıcı muhakeme, verili öncüllerden sonuç çıkarır. Sonucun doğru olması için, öncüllerin de doğru olması gerekir. Eğer öncüllerin doğruluğuna ancak ancak ve tanıtlayıcı muhakeme ile ulaşabileceğimizi düşünse idik, sonsuz geri gidişle daima doğru öncülleri olan yeni tasımlar oluşturmak zorunda kalırdık. Yine Perelman'ın da değindiği gibi, bu ilk öncüllerin oluşumu açısından apaçıklık kavramı kullanılır. Ancak apaçık olanların sayısı hem sınırlıdır, hem de apaçıklık hiç de apaçık değildir. Bu durumda öncüllerin oluşturulması için tanıtlayıcı olmayan muhakeme yapılmalıdır. Tanıtlayıcı olmayan muhakeme, genel olarak kabul edilmiş görüşlerden, sonuçlar çıkarır elbette. Muhakeme ise, sonuç çıkaracaktır zaten. Amaç, tanıtlayıcı muhakemenin öncülleri olacak öncülleri oluşturmaktır. Bu durumda da, öncüllerin doğruluğunun apaçıklıktan başka bir yerde, genel olarak kabul edilmiş olmakta yattığını söylemek lazım. Peki genel olarak kabul edilmiş olmak ne demek: Aristo, Topikler'de ne diyordu: Herkesin, çoğunluğun yahut da filozofların. Filozoflardan kasıt da, ya bütün filozoflar, ya çoğunluğu ya da en ünlü ve itibarlıları. (Biz buna hikmet sahibi kişiler diyelim.) İmdi, ortaya çıkan şey şu: Öncüllerin doğruluğu apaçıklığa da dayanmaz, pek çok mantık kitabında yazdığı gibi, diğer felsefe disiplinlerine ve bilimin önermelerine de. Çünkü daima akisyomlar olmak zorundadır ve aksiyomlar her halükarda diyalektik muhakeme ile oluşturulur. O zaman öncüllerin doğruluğu, esasında genel kabul edilmişliğe bağlıdır. Bu genel kabul edilmişlik de, eh şunun bunun değil, bilgililerin, bilginlerin, bilgelerin kabulüdür. Diyalektik çoğunlukla bununla ilgili iken, retorik, cahil cühelaya bilgilerin aktarılabilmesiyle ilgilidir. Perelman'ın, şu ana kadar değindiği ancak altını kalınca çizemediği mesele, burada yatıyor gibi. Yani diyorum ki, asıl meseleye giriş yapabilmek için bir hakikat/doğruluk tartışması yapmak lazım; hakikatin doğruluğun temelinin de insanların kabulü olduğunu görmek lazım. Ve her kapı yine sana çıkıyor Ch. S. Peirce! Yerinde rahat yatasın!
.
Okumaya devam ediyoruz. Perelman, zihinlerin buluşmasından bahsediyordu:
.
"Böylesi buluşmaların önemini kabul eden her toplum, bu buluşmaları organize etmeye çalışır, hatta bunları zorunlu kılar. Pazar ayini rahip ile cemaatin her hafta bir araya gelmesini sağlar; zorunlu eğitim öğrencilerin öğretmenin huzurunda bulunmasını garanti eder; parlamentonun anayasanın belirlediği şekilde her yıl toplanması, hükümeti milletin seçilmiş temsilcilerinin karşısına çıkarır; ve hukuki prosedürler, davalı istemesi bile, davacıya normal bir yargılamanın yapılması imkanını sunar.
.
Ritüeller, eğitim programları, parlamento gelenekleri ve usul kuralları, iletişime ait konular belirler. Bunlardan yüz çevirmek ise, yasadışılık yahut usulsüzlük, küstahlık, küçük düşme yahut da skandal olarak kabul edilir.
(...)
Argümantasyon, bir dinleyici kitlesi üzerinde etkide bulunmayı, dinleyici kitlesinin kanaatlerini yahut eğilimlerini tartış vasıtasıyla değiştirmeyi amaçlar ve bunu, kendi iradesini sınırlama yahut koşullama ile dayatarak değil, zihinlerin buluşmasını sağlamaya çalışarak gerçekleştirir. Dolayısıyla, fikrine değer atfedeceğimiz bir kişi olmak, boşverilebilecek bir şey değildir. Benzer şekilde, belli durumlarda konuşabiliyor olmak, bir grubun, kurumun yahut devletin sözcüsü olmak ve dinlenecek olmak, önemlidir.
(...)
İşaret etmeliyiz ki, argümantasyon sadece salt enetlektüel (akli) benimsemeyi sağlamayı amaçlamaz. Argümantasyon çoğu zaman bir eyleme yöneltmeyi (teşvik etmeyi) veya en azından bir eyleme karşı eğilim yaratmayı amaçlar.
(...)
Örnekler gösteriyor ki, biz argümantatif bir tartışmada sunulan tezlerle ilgilenirken, bu tezler de bazen salt entelektüel bir sonucu ortaya çıkarmayı amaçlarken bazen de yakın veya müstakbel bir eylemi ortaya çıkarmayı amaçlar. Tartışma yürüten kişi, sadece bizim fakülteler dediğimiz entelekt, duygu yahut irade gibi şeylere hitap etmez; bütün bir kişiliğe hitap eder, ancak duruma göre argümanlar farklı sonuçlara yönelir ve tartışmanın amacına ve etkilenilecek dinleyici kitlesine uygun metotlar kullanılır. Hukuk yahut ceza yargılamasında görev yapan bir avukat, ikna etme durumunda olduğu mahkemeye bağlı olarak farklı stil ve türlerde argümanlar kullanacaktır. Argümantasyon teorisinin verebileceği tek tavsiye, konuşmacının kendisini dinleyiciye uyarlamasıdır.
.
Argümantasyonun merkezinde yer alan dinleyici kitlesi nedir? Bazen cevap bellidir. Mahkemede konuşan avukat, mahkemeyi oluşturan jüriyi yahut yargıçları ikna edecektir. Peki ya Parlemantoya hitap eden devlet adamı? Onun dinleyici kitlesi, konuşmacı televizyondan yayınlandığında dahi, kendisini dinlemekte olan her bir kişi midir? Bir gazetecinin röportaj yaptığı kişi, gazeteciye mi, gazetenin okurlarına mı yoksa ulusal veya uluslararası kamuoyuna mı cevap vermektedir? Hemen fark edebileceğimiz üzere, konuşmacının dinleyici kitlesini fiziksel olarak dinleme durumunda olanlarla yahut da, a fortiori, konuşmacının sözlerini okuma şansına sahip olacaklarla teşhis etmek söz konusu değil. Üstelik, konuşmacının dinleyici kitlesinin bir kısmını ihmal edebileceğini de dikkate almalıyız.
.
Dinleyici kitlesi illa da konuşmacının açıkça hitap ettiği kişiler olmak zorunda değil. İngiliz parlamentosunda, milletvekillerinin Hükümet Sözcüsüne hitap ettiği varsayılır, fakat esasında kendi parti üyelerine hitap ederler, bazen de bu vasıtayla ulusal ve uluslararası kamuoyunun fikirlerini etkilemeye çalışırlar. Bir köy kahvesinde şöyle bir yazı görmüştüm: "Şirin köpek, oturaklara çıkma olur mu?" Kahveye giren köpeklerin Fransızca okuyabildiğini ve anlayabildiğini söylemiyor elbette bu yazı. Eğer, argümantasyon teorisinin gelişmesi için dinleyici kitlesini kullanışlı bir tarzda tanımlamak istiyorsak, onu, konuşmacının argümanlarıyla etkilemek istediği kişilerin toplamı olarak kabul etmeliyiz.
.
Bu topluluk kimlerde oluşur peki? Oldukça değişkendir bu. Hassas bir konuya nasıl karşılık vermesi gerektiği üzerinde derin derin düşünen bir kişi de olabilir. Bütün bir insanlık, yahut da ehil ve mahuk olanlar bütün insanlar da -ki ben buna evrensel dinleyici kitlesi diyorum.
.
Bazı kişiler, özellikle de en bireyci ve akılcı (rasyonalizm taraftarları) olanlar açısından, kişinin kendi kendisiyle tartışması, samimi ve dürüst muhakemenin modelini oluşturur; burada saklı gizli birşey yoktur, kimse kandırılmaz ve kişi ancak kendi belirsizliğine karşı zafer kazanabilir. (...)
.
Schopenhauer ve J.S. Mill gibi bazı yazarlar için her ne kadar diyalektik başka bir kişiyle girişilen müzakerenin tekniği ve retorik de kamusal tartışmaların tekniği ise de, mantık kişinin kendi düşüncesinin işleyicişine uygulanabilecek kurallar olarak belirlenir. Chaignet'ye göre, ikna ile inandırma arasındaki fark, iknanın başkalarına inandırmanın ise kişinin kendisine yönelmesidir. Ancak bunların hepsi psikanalizin orta çıkmasından önce idi; psikanaliz, kendi kendimizi kandırabileceğimize ve kendimiz için bulduğumuz nedenlerin esasından rasyonelleştirmelerden başka bir şey olmadığına inandırdı bizi. Bu düşünceye daha önce Schopenhauer'de de rastlamak mümkün: "entelekt", bizatihi kendileri tamamen irrasyonel olan gerçek saiklerimizi sadece kamufle eder."
.
Perelman, soru cevap yönteminin olası olumlu yanlarına değindikten sonra, şöyle devam eder:
.
"Fizik, tarih veya hukuk gibi bir alanda, uzmanlardan oluşmuş bir dinleyici kitlesine hitap eden sunumla alakadar olduğumuzda, soru cevap tekniğinin pek değeri yoktur: zira her bir disiplin, bütün uzmanların bilmesi gerektiği düşünülen ve nadiren sorgulanan tez ve metotlara sahiptir. Birisi çıkıp da, kendi yetersizliğini ifa etmeksizin bu tez ve metotlara keyfi bir şekilde karşı koyamaz, çünkü böyle yapılması bilimsel inançların istikrarına aykırı olacaktır. Bu tip inançlar bir bir disiplinin ne kadar merkezinde ise, terk edilmeleri de o kadar zor olur. (...)
.
Bilgili bir topluluğa hitap bir uzman ile kilisesinde vaaz veren rahip, açıklamalarını temellendirebileceği tezleri bilir; ancak filozof, çok daha zor bir durumdadır. Filozof, ilkesel olarak tartışmasını herkese, onu dinlemeye yönlendirilmiş ve argümantasyonunun takip etme kabiliyetine sahip kişilerden müteşekkil bir evrensel dinleyici kitlesine yöneltir. Rahipten ve bilim adamından farklı olarak filozof, dinleyici kitlesinin bütün üyelerinin kabul ettiği felsefi tezler listesine sahip değildir. Filozof, böyle bir tezler listesi yerine, evrensel dinleyici kitlesinin bütün üyeleri açıkça benimsemiyorsa bile -imkansızdır bu zaten- yine de yeteri derecede aydınlanmış her bir insanı rıza göstermeye zorlayacak olgular, hakikatler ve evrensel değerler bulma peşindedir. Dolayısıyla filozof, evrensel dinleyici kitlesinin her bir üyesinin, hitap ettiği ettiği aynı sezgileri ve apaçık hakikatleri paylaşan topluluğun parçası olduğunu varsayarak, sağduyuya ve müşterek fikre, sezgiye yahut apaçıklığa başvurur."
.
Perelman, Pascal'ın iknayı (persuasion) duygularla, düşünülmeden verilen tepkilerle, inandırmayı (convincing) ise akla başvuran tartışmayla açıklamasına; yahut Kant'ın birincisini sübjektif ikincisini ise objektif olarak nitelemesine karşın, daha teknik ve net bir tarzda tanımlama yapmayı önerir: belli bir dinleyici kitlesine hitap eden tartışma ikna, evrensel dinleyici kitlesine hitap eden tartışma ise inandırmadır. Burada önemli olan dinleyicilerin sayısı vs değil, konuşmacının niyetidir: konuşmacı bazı kişilerin mi yoksa bütün aklı başında varlıkların mı bir düşünceyi benimsemesini istemektedir?
.
"İnandırcı bir tartışma, öncülleri evrenselleştirilebilir, yani ilkesel olarak, evrensel dinleyici kitlesinin üyelerinin hepsince kabul edilebilir olan bir tartışmadır."

Aristoteles, Topikler, Kitap I, Bölüm 11

Bir diyalektik problem, ya tercih etmeye ve kaçınmaya ya da doğruya ve bilgiye katkıda bulunan bir soruşturmadır ve bunu ya bizzat kendisi yapar ya da böyle bir başka problemin çözümüne yardımcı olarak yapar. Diyalektik problemin konusu, ya insanların farklı bir tarzda görüşü olmadığı bir şey, ya çoğu insanın bilgelerin görüşüne karşıt olarak sahip olduğu bir görüş, veya bilgelerin insanların çoğunluğuna karşıt olan görüşü, veyahut da bu sınıfların üyelerinin kendi aralarında anlaşmazlığa düştüğü bir görüş hakkındadır. Bu problemlerin bir kısmını bilmek, tercih yahut kaçınma amacı açısından yararlıdır; mesela, haz tercihe değer mi değmez mi gibi. Bunların bir kısmını bilmek sadece bilgiye ulaşmak açısından faydalıdır, mesela, evren sonlu mudur sonsuz mu gibi. Diğer kısmı ise, yine, bu amaçlar açısından ama benzer bir problemin çözümüne yardımcı olması için yararlıdır; çünkü bizzat kendileri için değil de başka amaçlarla, başka bir şeyin bilgisini onlar aracılığıyla elde etmeyi istediğimiz pek çok şey vardır.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Aristoteles, Topikler, Kitap I, Bölüm 10

O zaman öncelikle diyalektik önerme ile diyalektik problemin doğasını tanımlayalım. Her bir önerme ve her bir problem diyalektik olarak ortaya konamaz; çünkü sağduyu sahibi hiç kimse, hiçbir kişinin görüşü olmayan bir şeyi önermeye koymaz, aynı şekilde herkese yahut çoğu insana açık gelen hiçbir konu da problem içine konmaz; çünkü bu durumda problem herhangi bir soru sormayacak, önerme de kimseden kabul görmeyecektir. İmdi, diyalektik önerme, herkesçe yahut çoğunlukça yahut da bilgelerce –ya bilgelerin tümünce yahut çoğunluğunca yahut da onların en ünlülerince- inanılan görüşlere uygun olan ve paradoksal olmayan bir görüştür; çünkü bir bilgenin görüşü, çoğunluğun görüşlerine karşıt değilse kabul edilecektir. Kabul edilmiş görüşlere yakın olan görüşler de diyalektik önermedir ve aynı şekilde kabul edilmiş görüşlerin karşıtının çelişiğiyle bulunan görüşler ve keşfedilmiş sanatlara uygun görüşler de. Dolayısıyla, eğer karşıtların bilgisinin aynı olduğunu genel bir düşünce olarak kabul edersek, karşıtların algılanmasının aynı olduğu genel bir düşünce olarak görülebilir; aynı zamanda, sadece tek bir gramer bilimi olduğunu genel bir düşünce olarak kabul edersek, sadece tek bir flüt çalma biliminin bulunduğu da genel bir görüş olarak kabul edilebilir; bunun yanında eğer bir gramer biliminden daha fazlası bulunduğu genel bir düşünce olarak kabul edilirse, tek bir flüt çalma biliminden daha fazlası bulunduğu da genel bir düşünce olarak kabul edilebilir; çünkü bunlar benzer ve yakındırlar. Benzer şekilde, genel olarak kabul edilmiş düşüncelerin karşıtlarının çelişiği yoluyla bulunan önermeler de genel olarak kabul edilmiş düşünceler olacaktır; çünkü kişinin arkadaşlarına iyi davranması gerektiği genel olarak kabul edilmiş bir düşünce ise, kişinin arkadaşlarına kötü davranmaması gerektiği de genel olarak kabul edilmiş bir düşüncedir. İmdi, arkadaşlarımıza kötü davranmamız gerektiği genel olarak kabul edilmiş düşüncenin karşıttır ve kişinin arkadaşlarına kötü davranmaması gerektiği bu karşıtın çelişiğidir. Aynı şekilde, eğer kişi arkadaşlarına iyi davranmak zorunda ise, düşmanlarına da iyi davranmamak zorundadır: bu da genel olarak kabul edilmiş düşüncenin karşıtının çelişiğidir; zira genel olarak kabul edilmiş düşüncenin karşıtı, kişinin düşmanlarına iyi davranmak zorunda olmasıdır. Aynı şey diğer durumlar için de vakidir. Bir karşılaştırmada karşıt hakkında dile getirilen bir karşıt da, genel olarak kabul edilmiş bir düşünce olacaktır; örneğin, eğer dostlarımıza iyi davranmamız gerekiyor, düşmanlarımıza da kötü davranmamız gerekir. Kişinin dostuna iyi davranmak zorunda olması, kişinin düşmanına kötü davranmak zorunda olmasının karşıtı olarak ortaya çıkabilir; ancak bunun gerçekten doğru olup olmadığı karşıtlarla ilgili tartışmamızda ele alınacaktır. Şu da çok açık: sanatlarla uyumlu olan bütün görüşler diyalektik önermelerdir; zira tartışılan konuları incelemiş olanların görüşleri kabul edilecektir. Örneğin, tıbbi sorunlar hakkında, kişi doktorun düşündüğü gibi ve geometri konusunda da geometricinin düşündüğü gibi düşünecektir; aynı şey diğer bilimler/sanatlar konusunda da vakidir.

Aristoteles, Topikler, Kitap I, Bölüm 5

Şimdi, ‘tanım’ın, ‘özellik’in, ‘cins’in ve ‘ilinek’in (araz, accident) ne olduğunu söylemeliyiz. ‘Tanım’, bir şeyin özünü gösteren (işaret eden) bir ifadedir. Tanım, ya bir terim yerine kullanılan bir ifadedir, yahut da bir ifade yerine kullanılan bir ifadedir; çünkü bir ifadeyle işaret edilen bir şeyin de tanımını yapmak mümkündür. Ancak açıktır ki, dile getirilen sadece tek bir terim olduğunda, söz konusu şeyin tanımının yapılmadığı açıktır, zira bir tanım daima belli bir türden ifadedir (cümle). Bununla birlikte, ‘ “Oluş” “güzeldir”’ gibi bir belirlemeyi ve ‘Duyum ve bilgi aynı mıdır yoksa farklı mıdır?” gibi bir soruyu da ‘tanımlayıcı’ addetmek mümkündür; zira tanımlar hakkında yapılan tartışmalar çoğunlukla aynılık ve farklılık sorunlarıyla ilgilidir. Tanımlarla aynı soruşturma dalına ait her şeye kısaca ‘tanımlayıcı’ diyelim; yukarıda verdiğimiz örneklerin bu türden olduğu aşikardır. Çünkü şeylerin aynı mı yoksa farklı mı olduğunu tartışabiliyorken, aynı yöntemle, tanımlarla da ilgili pek çok argüman bulabiliriz; çünkü bir şeyin diğerinin aynısı olmadığını gösterdiğimizde, tanımı da tahrip etmiş oluruz. Ne var ki bu son söylediğimizin aksi doğru değildir; çünkü bir tanımın kurulabilmesi için bir şeyin diğeriyle aynı olduğunu göstermek yeterli değildir; ancak bir tanımı yıkmak için iki şeyin aynı olmadığını göstermek yeterlidir.

Özellik, bir şeyin özünü göstermez, ancak yalnızca o şeye aittir ve bir diğerinin yüklemi olabilir.. Mesela, gramer öğrenmeye kabil olmak, insanın özelliğidir; eğer belli bir şey bir insansa, gramer öğrenmeye de kabildir ve eğer gramer öğrenmeye kabilse, o şey bir insandır. Hiç kimse başka bir şeye de ait olabilecek bir şeye özellik demez; mesela, uykunun insanın özelliği olduğu söylenmez, belli bir anda sadece insanın özelliği olma ihtimali bile olsa. Dolayısıyla, eğer bir şeye özellik denecekse, bu mutlak olarak değil, belli bir zaman ve belli bir ilişki çerçevesinde söylenmeli; çünkü ‘sağ tarafta olmak’ zaman açısından bir özelliktir, ‘iki ayaklı olmak’ ise esasında belli bir ilişki nedeniyle dile getirilmiştir, mesela, bir insanın ata veya köpeğe nispetle iki ayaklı olması. Belli bir şeyden başka bir şeye ait olabilecek şey, onun yüklemi olamaz, bu çok açık: çünkü uyuyan bir şeyin insan olduğu sonucu zorunlu olarak çıkmaz.

Cins, tür açısından farklı olan pek çok şeye öz kategorisi itibariyle işaret edilen şeydir. “Şu önündeki şey nedir?” sorusuna verilecek cevapta tam olarak ne bulunması gerekiyorsa, öz kategorisindeki yüklemler de öyle tasvir edilmelidir. Mesela bir adama önündeki şeyin ne olduğu sorulur, o da o şeye tam da karşılık gelecek şekilde “Bu bir hayvandır” der. Bir şeyin başka bir şeyle aynı cinsten mi yoksa başka bir cinsten mi olduğu sorusu da cins meselesiyle ilgili bir sorudur; zira bu soru cins soruşturmasının yaptığıyla aynı şeyi soruşturur. ‘Hayvan’ın insan cinsinden olduğunu ve aynı şekilde öküzün de insan cinsinden olduğunu tartışmakla, aynı cinsten olduklarını tartışmış oluruz; ancak bir şeyin başka bir şeyle değil de daha başka bir şeyle aynı cinsten olduğunu tartıştığımızda, ilk ikisinin aynı cinsten olmadıklarını tartışmış oluruz.

İlinek (araz), ne tanım ne özellik ne de cins olup, yine de şeye ait olandır. İlinek belli bir şeye ait olması veya olmaması mümkündür; mesela, ‘oturmuş durumda olmak’ bir şeye ait ola da bilir, olmaya da bilir. ‘Beyazlık’ için de vakidir aynısı; çünkü bir şeyi şimdi beyaz daha sonra ise beyaz olmamaktan alıkoyacak bir şey yoktur. İlinekle ilgili yaptığımız bu iki tanımdan sonuncusu daha iyi bir tanım; çünkü birinci tanımı aldığımızda, tanımı anlamak için, ‘tanım’ın, ‘cins’in ve ‘özellik’in ne olduğunu önceden bilmek gerekir, buna karşın neyin kastedildiğini anlamak için başka bir şeye gerek kalmaksızın ikinci tanımın bizzat kendisi yeterlidir. Herhangi bir şekilde ilinekten türetilen terimlerle tanımlandıklarında, şeylerin birbirleriyle karışlaştırılmasını da ilinek sınıfına koyabiliriz; mesela, “Şerefli olmak mı yararlı olmak mı müreccahtır?” ve “Erdemli bir yaşam mı yoksa keyifli bir yaşam mı hoştur?” gibi sorular; çünkü bu tip durumlarda sorulan, yüklemin bir ilinek olarak iki şeyden hangisine daha çok (daha münasip bir şekilde) ait olduğudur. İlineği muvakkat yahut rölatif bir hassa (özellik) olmaktan geri bırakacak hiçbir şey yoktur; mesela, oturuyor olmak, her ne kadar bir insan tek oturan kişi olduğunda bir ilinekse de, eğer o insan tek oturan kişi değilse, oturmayan diğer kişilere nisbetle bir özellik olacaktır. Dolayısıyla ilineği hem rölatif hem de geçici bir özellik olmaktan geri bırakacak hiçbir şey yoktur, ancak hiçbir zaman mutlak bir özellik olmayacaktır.

24 Şubat 2009 Salı

Aristoteles, Topikler, Kitap I, Bölüm 4

Öncelikle, soruşturmamızın hangi parçalardan oluştuğunu görmeliyiz. İmdi, eğer (a) argümanların kaç tane ve hangi türden şey çerçevesinde gerçekleştiğini ve hangi malzemelerle başladığını ve (b) bunları nasıl elde edebileceğimizi kavrarsak, amacımıza ulaşabiliriz. İmdi, argümanların kendileriyle başladığı malzemenin sayısı hakkında muhakeme yapılan konuların sayısıyla aynıdır ve bu malzemeler bu konularla özdeştir. Çünkü, hakkında muhakeme yapılan konular ‘problem’dir ve muhakeme de önermelerle başlar. İmdi, her önerme ve her problem ya bir cinsi, ya bir hassayı (özellik, peculiarity) yahut da bir ilineği işaret eder)–çünkü ayırt (differentia) da, niteliği itibariyle cinse ait olduğundan, cinsle birlikte derecelendirilmelidir. Bununla birlikte, hassanın bir kısmı özü (essence) gösterirken diğer kısmı göstermediğinden, ‘hassa’yı daha önce söylediğimiz iki parçaya ayılarım ve özü işaret eden parçaya ‘tanım’ diyelim ve geri kalan parçaya da bu tip durumlardaki terminolojiye uygun olarak ‘özellik’ (property) diyelim. Söylediklerimizden, yaptığımız bölümleme sonucunda şu açıkça ortaya çıkıyor: dört alternatifimiz var: (önerme veya problem ancak şunlarla ilgili olabilir:) ya özellik, ya tanım, ya cins yahut da ilinek. Ancak bu dile getirdiğimiz parçaların bizzat kendilerinin bir önerme yahut problem olduğu sanılmasın; (söylediğimiz) problemlerin ve önermelerin bunlardan yapıldığıdır. Problem ve önerme, ifade ediliş tarzları açısından ayrılırlar. Eğer, “ ‘İki ayak üzerinde yürüyen hayvan’, insanın tanımıdır, değil mi?” yahut “ ‘Hayvan’ insanın cinsidir, değil mi?” şeklinde ifade edildiğinde sonuç bir önermedir (bir önerme oluşturulmuş olur): fakat eğer “ ‘İki ayak üzerinde yürüyen hayvan’, insanın tanımı mıdır, değil midir?” yahut “ ‘Hayvan’ insanın cinsi midir değil midir?” şeklinde ifade edilirse, sonuç bir problemdir (bir problem oluşturulmuş olur). Diğer durumlarda da böyledir bu. Sonuç olarak doğallıkla şu çıkıyor ortaya: problemler ve önermeler sayıca eşittir; çünkü bir problemi ifade tarzını değiştirmek suretiyle önerme yapabilirsiniz.

Aristoteles, Topikler, Kitap I, Bölüm 2 ve Bölüm 3

Bölüm 2
Bu söylediklerimizden sonra, bu kitabın hangi amaçlar için faydalı olduğunu söylemeliyiz. Bu amaçlar üç tanedir: zihnin eğitilmesi, gündelik konuşmalar ve felsefi bilimler. Zihnin eğitilmesinde faydalı olduğu besbelli: eğer bir metodumuz varsa, bir konu hakkında daha kolay tartışabiliriz. (…) Diyalektiğin, çeşitli bilimlerde kullanılan ilkelerin nihai temelleriyle bağlantılı bir kullanımı da vardır. Çünkü ilkelerin her şeyin öncesi olduğu görüldüğünde, bunları tamamen söz konusu belirli bilime uygun ilkelerle tartışmak mümkün değildir: bunlar, belli konulardaki genel olarak kabul edilmiş görüşler vasıtasıyla tartışılmalıdır ve bu görev tam olarak, yahut en uygun olarak, diyalektiğe aittir: çünkü diyalektik, soruşturmanın doğası olması itibariyle, bütün soruşturma metotlarının ilkelerine giden yolda bulunur.
Bölüm 3
Retorik, tıp ve başka benzer yetilerle ilgili olarak bulunduğumuz konumda iken, yani amacımızı gerçekleştirmek için elimizdeki araçların hepsini kullanmakta iken, söz konusunu metoda tamamıyla sahip olmalıyız. Retorikçi her halükarda ikna edecek yahut doktor yine her halükarda iyileştirecek değildir; eğer mümkün olanı dışarıda bırakmazlarsa, yeteri derecede bilgililer demektir.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Aristoteles, Topikler, Kitap 1, Bölüm 1

Kitabımızın amacı, bize yöneltilen her türlü sorun hakkındaki genel olarak kabul edilmiş görüşlerden yola çıkarak akıl yürütmemizi sağlayacak ve bize, bir argümana karşı dururken, yaptığımız işi bozacak herhangi bir şey söylemekten kaçınmamızı sağlayan bir araştırma yapmaktır. Öyleyse, diyalektik muhakemeyi daha iyi anlayabilmek için, öncelikle muhakemenin ve çeşitlerinin ne olduğunu söylemeliyiz: çünkü önümüzdeki kitaptaki araştırma konumuz diyalektik muhakemedir.

Muhakeme, belli şeyler ortaya koyulduğunda, onlardan bu önceden konulmuş şeylerden farklı bazı şeylerin zorunlu olarak çıktığı bir argümandır. (a) Muhakemenin başladığı öncüller doğru ve asli ise yahut bu öncüller hakkındaki bilgimiz doğru ve asli olan öncüllerden kaynaklanıyor ise, bu bir tanıtlamadır: (b) diğer yandan eğer genel olarak kabul edilmiş görüşlerden başlayarak akıl yürütülüyorsa, bu da, diyalektik muhakemedir. İnanılırlıklarını (pistis) başka bir şeyden değil de bizzat kendilerinden alanlar, ‘doğru’ ve ‘asli’ olanlardır: zira bilimin ilk ilkeleri açısından nedenini niçinini sormak gerekmez; ilk ilkelerin her birisi inancı bizzat kendi içlerinde ve kendileri vasıtasıyla sağlamalıdır. Diğer yandan, bu ‘genel olarak kabul edilmiş’ görüşler, her bir kişinin veya çoğunluğun veyahut da filozofların –yani herkesin, veya çoğunluğun yahut da onların en itibarlarının ve meşhurlarının- kabul ettiği görüşlerdir.Yine, (c) eğer muhakeme genel olarak kabul edilmiş gibi görünen ama öyle olmayan görüşlerle başlıyorsa, yahut genel olarak kabul edilmiş olan yahut öyle görünen görüşlerle başlıyormuş gibi görünüyorsa, ‘eristik’tir. Zira, genel olarak kabul edilmiş dediğimiz şeylerin hiçbirisi sadece yüzeydeki bir ilüzyondur, aynı eristik argümanların ilkeleri söz konusu olduğunda olduğu gibi; çünkü bunlardaki safsata, pek az bir idrak gücüne sahip olanlarca bile hemen açıkça görülebilir. Dolayısıyla, mezkur eristik muhakemelerden ilki gerçekten ‘muhakeme’ denmeyi hak eder, ancak diğerine ‘muhakeme’ değil de ‘eristik muhakeme’ demek gerekir, zira akıl yürütmek gibi görünse de, öyle değildir. Üstelik (d), zikredilen bütün bu muhakemelerin ötesinde bir de yanlış-muhakemeler vardır ki özel bilimlere, mesela geometri ve kardeş bilimleri gibi bilimlere, özgü öncüllerle başlarlar. Çünkü bu muhakeme formu, zikrettiğimiz muhakemelerinden farklı görünür; yanlış bir şekil çizen kişi ne doğru ne asli ne de genel olarak kabul edilmiş şeylerden akıl yürütüyordur. Çünkü tanımın içinde kalmaz; herkesin yahut çoğunluğun yahut da filozofların kabul ettiği görüşleri varsaymaz da muhakemesini söz konusu bilime uygun olsa da, doğru olmayan varsayımlar üzerinden yürütür; çünkü yanlış-muhakemesini ya yarıdaireleri yanlış betimleyerek yahut çizilmemesi gereken şekilde çizgiler çizerek yanlış-muhakemesinin ortaya çıkmasına neden olur. [Yanlış-muhakeme, esasında c’dekilerin alt başlığı gibi duruyor. Ama muhakeme biçimini diğerlerinden ayırdığı için, tek başına bir başlık açmış. Yani, tanımın dışına çıkmak suretiyle yapılan yanlış muhakemeler, bu grubun içinde. Özetleyecek olursak: (1) Tanıtlama muhakemesi: Analitiklerin konusu; (2) Eulogos’tan başlayan muhakeme, diyalektik: Topiklerin konusu (3) Görünüşte diyalektik; (4) Yanlış-muhakeme] (...)

21 Şubat 2009 Cumartesi

Ch. Perelman'ın 'The Realm of Rhetoric'inden Parçalar

Kitabın birinci bölümünün başlığı dahi manidar: "Mantık, Diyalektik, Felsefe ve Retorik". Okuyalım:


"Aristo Organon'da, iki muhakeme tipini -analitik ve diyalektik muhakemeyi- birbirinden ayırır. Analitik muhakemeyi Birinci ve İkinci Analitikler'de inceler ve bu inceleme felsefe tarihinde formel mantığın temeli olarak görülebilir. Ne var ki, modern mantıkçılar Aristo'nun diyalektik muhakemeyi Topikler'de, Retorik'te ve Sofistik Çürütmeler'de incelediğini göremediler. Bu başarısızlığın nedeni, Aristo'yu sadece formel mantığın değil argümantasyon teorisinin de kurucusu yapan bu eserlerin önemini anlayamamaları idi."


Şimdi Aristo'nun Analitikler'de ne yaptığına bakıyoruz:


"Aristoteles, Analitiklerde geçerli çıkarım formlarını ve özellikle de verili hipotezlerden zorunlu bir sonuç çıkarmayı sağlayan tasımı inceledi. Eğer A B ise ve B de C ise, zorunlu bir sonuç olarak A C'dir. Öncüller ister doğru ister yanlış olsun, çıkarım geçerlidir; ancak sonucun doğru olabilmesi için öncüllerin doğru olması gerekmektedir. Bu çıkarımın iki özelliği vardır: Birincisi, tamamen formeldir: yani, A, B ve C terimlerinin içeriği ne olursa olsun çıkarım geçerlidir. İkincisi, öncüllerin doğruluğu ile sonucun doğruluğu arasında bir bağlantı kurar. Doğruluk önermenin niteliği olduğu ve kişisel görüşten bağımsız olduğu için, analitik muhakeme demonstratif (tanıtlayıcı) ve gayrı şahsidir. "


Peki diyalektikte durum nasıl?


"Ancak diyalektik muhakemede durum böyle değildir. Aristo bize, analitik muhakemenin, genel olarak kabul edilmiş görüşlerden inşa edilmiş öncülleri önvarsaydığını söyler. (...) Bazı durumlarda, genel olarak kabul edilmiş olan, olası olandır; ancak bu olasılık hesaplanabilir olasılıkla karıştırılmamalıdır. Aksine, eulogos sözcüğünün anlamı, ki çoğunlukla "genel olarak kabul edilebilir" yahut "kabul edilebilir" şeklinde tercüme edilir, onu 'olası' teriminden çok 'makul' terimine yaklaştıran niteliksel bir yöne sahiptir. Ayrıca işaret etmeliyiz ki, olasılık sadece geçmiş yahut gelecek olay ve olgularla ilgili olabilirken, tartışma konusu yapılan tezler "Dünya sonlu mudur yoksa sonsuz mu?" yahut "En iyi yönetim biçimi demokrasi midir?" gibi zamanla kayıtsız sorunlarla ilgilenebilir."

Şimdi geliyoruz iknaya:

"Diyalektik muhakemenin, tartışmalı olan veya olabilecek tezlerin kabul edilmesini sağlamak amacıyla, genel olarak kabul edilmiş tezlerle yola çıktığını ilk bakışta görebiliriz. Böylece de, ya iknayı ya da inandırmayı amaçlar. Ancak diyalektik muhakemenin örnekleri geçerli ve zorlayıcı çıkarım dizilerinden oluşmaz; daha çok, az çok güçlü, az çok inandırıcı olan ve hiçbir zaman tamamen formel olmayan argümanlar ileri sürer. Dahası, Aristo'nun işaret ettiği üzere, ikna argümanı hitap ettiği kişiyi ikna eden (etmeye çalışan) bir argümandır; yani, analitik muhakeme sürecinden farklı olarak, diyalektik argüman, değerini herhangi bir kişinin zihnine yönelmiş eyleminden aldığı için, gayrı şahsi olamaz. Sonuç olarak, analitik muhakemeyi diyalektik muhakemeden açıkça ayırmamız zorunludur: birincisi doğrulukla, ikincisi ise gerekçelendirilebilir (haklılaştırılabilir) görüşle ilgilenir. Her bir düşünce alanı farklı bir tartışma tipi gerektirir; bir matematikçinin yalnızca makul argümanlarla yetinmesini istemek ne kadar münasebetsiz ise, bir hatibin de bilimsel ispatlarla konuşması gerektiğini söylemek o kadar münasebetsizdir."
.
Perelman, 15. yy'ın ilk yarısında yaşamış matematikçi, gramerci ve retorikçi Ramus'un mantığı nasıl retorik ve diyalektikten arındırarak hata işlediğini anlatır. Ramus, retoriği salt biçime indirgemiştir. Daha sonra mantık ve diyalektik birlikteliğini savunmaya geçer:
.
"Şunu çok iyi biliyoruz: Kant ile matematikçi mantıkçıların etkisiyle 19. yy'ın ortasından beri gelişmiş olan modern mantık, mantığı diyalektikle değil, formel mantıkla, Aristo'nun analitik muhakemesiyle özdeşleştirir ve diyalektik muhakemeyi mantığa yabancı bir şey olarak tamamen ihmal eder. Modern mantık, böyle yapmakla, Ramus'un hatasına benzer bir hata yapmış olur. Eğer modern mantığın, matematik gibi, kendisini işlem ve hesaba bırakan ayrı bir disiplin olduğu inkar edilemiyorsa, hesap yapmıyorken, yani özel konuşmalarda yahut kamusal tartışmalarda bir tezin leh veya aleyhinde argüman ileri sürerken, bir eleştiri yapar yahut bir eleştiriye yanıt verirken bile akıl yürütüyor olduğumuz da inkar edilemez. Bütün bu durumlarda matematikteki gibi bir tanıtlama (ispat) yapmaz, tartışırız. Eğer mantığı bütün muhakeme formlarının incelenmesi olarak düşünürsek, Aristo'nun diyalektik muhakemesinin benzeri olan bir argümantasyon teorisinin forel mantıkta gelişen tanıtlama (demonstrasyon) teorisine eşlik etmesi doğal bir gerekliliktir. Argümantasyon teorisi, tartışılabilir bir tezin argümantasyon vasıtasıyla kabul edilmesini yahut reddedilmesini hedefler. Aristo'nun çalışmasını detaylandıran ve genişleten yeni retoriğin konusu, bu argümanların ve sunulmalarının koşullarının incelenmesidir.
.
Aristo'ya göre, diyalektik tek bir kişiyle yapılan müzakere yahut münakaşada kullanılan argümanlarla ilgili iken, retorik bir hatibin kamusal alanda bir araya gelmiş bir kalabalığa -hem uzmanlık bilgisinden hem de uzun bir argüman zincirini takip etme kabiliyetinden mahrum kişiler topluluğuna- hitap ederken kullandığı tekniği ele alır.
.
Antik retoriğin tersine yeni retorik, herhangi bir türden dinleyici kitlesine -kamusal alandaki bir kalabalığa yahut uzmanlar topluluğuna, tek bir kişiye yahut bütün insanlığa- yöneltilmiş tartışmayla ilgilidir. (...) Tanıtlayıcı olmayan tartışmayı incelemeyi amaçladığından, yeni retoriğin muhakeme analizi formel açıdan doğru çıkarımlarla veya ancak şöyle ya da böyle mekanik olan hesaplamalarla sınırlı değildir. Yeni retorik yahut yeni diyalektik olarak düşünüldüğünde argümantasyon teorisi, hitap edilen dinleyici kitlesi ve tartışma konusu ne olursa olsun, ikna ve inandırmayı amaçlayan tartışmanın bütününü kapsar. Argümanasyon hakkında yapılan genel çalışma, dinleyici kitlesi tipine ve tartışmanın yapıldığı disiplinin tabiatına göre özel metodolojiler vasıtasıyla genişletilebilir, ki bunun yapılması çok da faydalıdır. Bu çerçevede, yargısal yahut felsefi mantık çalışması yürütülebilir ki bu yeni retoriğin hukuk yahut felsefeye özel olarak tatbik edilmesi olacaktır.
(...)
Bir argüman hiçbir zaman apaçıklığı (self-evidence) sağlamaya kabil değildir ve apaçık olana karşı tartışma yapmanın da hiçbir yolu yoktur. Apaçık bir önerme ortaya koyan kişi, bu önermenin herkesi aynı "delil"e zorlayacağınından emindir. Bunu Aristo da fark etmişti; Aristo, normalde apaçık olan bilimin ilk ilkelerinin sorgulandıkları takdirde diyalektik muhakemeye başvurmanın zorunlu olduğunu söyler. [Topikler, Kitap I, Bölüm 2: Diyalektiğin, çeşitli bilimlerde kullanılan ilkelerin nihai temelleriyle bağlantılı bir kullanımı da vardır. Çünkü, ilkelerin her şeyin öncesi olduğu görüldüğünde, bunları tamamen söz konusu belirli bilime uygun ilkelerle tartışmak mümkün değildir: bunlar, belli konulardaki genel olarak kabul edilmiş görüşler vasıtasıyla tartışılmalıdır ve bu görev tam olarak, yahut en uygun olarak, diyalektiğe aittir: çünkü diyalektik tüm soruşturmaların ilkelerine giden yolda bulunan eleştiri sürecidir.] Aynı şey insanlar bir tanımı tartıştığında da söz konusudur.
.
Teorik bir bilimin yalın düşüncelerinin ve ilk ilkelerinin idrak edilmesi her ne kadar normalde sezgi yoluyla gerçekleşirse de, Aristo, tercihlerin ve ihtilafların kaçınılmaz olduğu etik ve politika gibi pratik bilimlerde ve özel müzakerelerin ve kamusal tartışmaların ortaya çıktığı durumlarda argümantasyona başvurmanın zorunlu olduğu kabul eder. Organon'un, formal mukameye hasredilen Analitikler yanında en iyi görüşün, makul görüşün, eulogos'un gerekçelendirilmesini sağlayan diyalektik muhakemeyi inceleyen Topikler'e yer vermesinin nedeni budur.
.
Doğruluğu (hakikati) görüşten (fikirden) argümantasyondan bağımsız olarak ayırabileceklerine inananlar, görüşlerle ilgili olan retoriği küçümserler; en iyi halde, olumladıkları retorik konuşmacılara sezgi ve apaçıklık vasıtasıyla garanti edilen hakikatleri yaymaya hizmet eden retoriktir, hakikatleri ortaya koymaya (inşa etme, yerleştirme) çalışan retorik değil. Ama eğer felsefi tezlerin apaçık sezgiler üzerine bina edilebileceğini teslim edemiyorsak, onların yaygınlaşabilmesi (ortaya çıkabilmesi) için argümantatif tekniklere başvurmalıyız. Böylece yeni retorik felsefenin ayrılmaz bir parçası haline gelir.
(...)
Retoriğin 16. yy'ın sonundan itibaren düşüşü, 'delil'in (evidence) rolünü -Protestanlığın kişisel 'delili', Kartezyanizmin rasyonel 'delil'i yahut da emprisizmin duyulabilir 'delil'i- genelleştiren Avrupalı burjuva düşüncesinin yükselişine bağlıdır.
.
Retoriğin hor görülmesi ve argümantasyon teorisinin arkada kalması, pratik aklın olumsuzlanması yol açtı; eylem sorunları kimi zaman bilgi, yani doğruluk veya olasılık sorunlarına indirgendi, kimi zaman da akılla tamamen ilgisiz addedildi.
.
Fakat eğer, makul tercihin mevcudiyetine inananlar farklı çözümlerin birbiriyle çarpıştığı müzakere yahut münakaşalardaki akli metotlari görmek istiyorlarsa, yeni retoriğin sunduğu türden bir argümantasyon teorisini görmezden gelemezler."
.
Demek ki neymiş? Retorik dersleri çerçevesinde, her ne kadar Retorik kitabından başlamışsak da, bundan sonraki ilk hedefimiz Topikler, yani diyalektik muhakeme imiş. Sonra dönüp yeniden Retorik'e bakacağız. Elbette Sofistik Çürütmeleri de unutmayacağız.

20 Şubat 2009 Cuma

Aristoteles, Retorik, Kitap II, Bölüm 18

İkna konuşması, kararlara ulaştırmak için kullanılır. (Birşeyi biliyor ve onun hakkında karara varmışsak, üzerinde daha fazla konuşmayız.) Tek bir kişiyle konuşurken ve davranışını değiştirmesini tavsiye ettiğimizde yahut görüşlerini değiştirmeye çalışmamızda olduğu gbi bir şeyi yapmaya veya yapmamaya zorlarken bile böyledir bu: diyebiliriz ki, bu tek bir kişi, pek çok yargıçtan biriymiş kadar yargıcınızdır; niteleme amacı gütmeksizin, ikna etmek durumunda olduğunuz kişi, yargıcınızdır. Mevcut bir muhalifle mi yoksa sadece bir önermeyle mi tartıştığımız da önemli değildir; ikinci durumda da karşı argümanlara karşı konuşmayı kullanmak ve bu argümanları altetmek zorundayız ve söz konusu argümanlara da mevcut bir muhalife saldırır gibi saldırmalıyız.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Aristoteles, Retorik, Kitap II, Bölüm 22

Şimdi sıra Entimemlerde... Entimemdeki muhakemeyi çok gerilere götürmememiz gerekiyor, aksi takdirde argümanımızın uzunluğu bir belirsizlik doğuracaktır: vardığımız sonuca götüren her bir basamağı dile getirmememiz gerektiği gibi, apaçık olan şeyleri söyleyerek sözlerimizi boşa harcamamalıyız. Halka hitap ederken eğitimsiz kişileri eğitimlilerden daha etkili kılan da bu basitliktir (...). Eğitimli kişiler pek geniş genel ilkeler koyar ortaya; eğitimsizler ise ortaklaşa olan bilgiden argümanlar getirir ve apaçık sonuçlara ulaşırlar. Öyleyse biz de kabul edilmiş her hangi bir düşünceyle değil, ancak belirlemiş olduğumuz düşüncelerle -ki bunlar da yargıçlarımızın ("ikna etmek durumunda olduğunuz kişi, yargıcınızdır", Kitap II, Bölüm 18) kabul ettiği yahut onların tanıdığı bir otoritenin kabul ettiği düşünceler olmalı- başlamalıyız: üstelik, yargıçlarımızın, hepsinin değilse de, en azından çoğunun, zihninde, ileri sürülen görüşlerin böyle (genel olarak kabul edilmiş) olduğuna ilişkin bir şüphe olmamalı. (Argümanlar, argümanların dayandığı önermeler, genel olarak kabul edilmiş düşüncelerden oluşmalı. Konuşmaya, argümana, herhangi bir düşünceyi temel alarak başlayamayız. Hatta kabul edilmiş her düşünce de uygun olmaz. Belirleyici olan, dinleyici kitlesidir.) Aynı zamanda, argümanlarımızı kesinlikler kadar ihtimallere de dayandırmalıyız.

Aristoteles, Retorik, Kitap I, Bölüm 13

Şimdi de haklı ve haksız eylemlerin tam bir sınıflandırmasını yapmanın zamanı. Bunların iki tür hukuka ve aynı zamanda iki kişi sınıfına göre tanımlandıklarını gözlemleyerek başlayabiliriz işe. İki tür hukuk derken belli bir yere mahsus hukuk ile evrensel hukuku kastediyorum. Belli bir yere mahsus hukuk, her topluluğun kendi koyduğu ve kendi üyelerine uyguladığı hukuktur: bunların bir kısmı yazılıdır, bir kısmı ise değildir. Evrensel hukuk ise Doğanın hukukudur. Çünkü herkesin bir dereceye kadar sezdiği (hissettiği) gibi, bütün insanları, hatta birbirleriyle birlikteliği ve aralarında herhangi bir anlaşma olmayanları bile bağlayan bir doğal adalet (haklılık) ve adaletsizlik (haksızlık) gerçekten vardır. Sofokles'in Antigon'unun, Polineikes'in gömülmesinin yasağa rağmen doğru (haklı, adil) bir eylem olduğunu söylerken açıkça kastettiği şey budur: bunun doğa itibariyle doğru (haklı, adil) bir iş olduğunu kastediyor.


Bugün ya da dün değil,
Ebediyyen yaşıyor: hiç kimse bilmez ne zaman doğduğunu.

Empedokles de, bize hiçbir canlı mahluku öldürmememizi söylerken, bunu yapmanın bazıları için yanlış (haksız, adaletsiz) iken bazıları için doğru (haklı, adil) olmadığını söylüyor.

Hayır, ama, her şeyi kuşatan bir yasa, semanın ülkeleri boyunca
Hiç kesintisiz uzanır, ve arzın sonsuzluğunda.

Ve Messenia Söylevinde Alkidamas'ın dediği gibi...

Yapmamız ve yapmamamız gereken eylemler de, bütün bir topluluğu yahut üyelerinden bazısını etkileyenler olmak üzere iki sınıfa ayrılır. Bu bakış açısından, haklı veya haksız eylemleri iki şekilden birinde -ya belli bir kişiye karşı ya da bütün bir topluluğa karşı- gerçekleştirebiliriz. Zina yahut tecavüz suçu işleyen, belli bir kişiye kötülük yapıyordur; askerlik görevinden kaçınan ise bütün bir topluluğa karşı kötülük yapıyordur. Öyleyse bütün bir haksız eylemler sınıfı, topluluğun bütününü etkileyenler ile bir veya daha fazla kişiyi etkileyenler olmak üzere iki sınıfa ayrılabilir. Daha fazla ilerlemeden önce, 'kötülüğe maruz kalma'nın ne demek olduğunu da hatırlayacağız. 'Kötülük yapma'nın kasıtlı olması gerektiği konusunda anlaştığımıza göre, 'kötülüğe maruz kalma' da, size kasten yapılmış bir zarardan oluşmalıdır. Kötülüğe maruz kalmış olmak için, kişinin (1) fiilî bir zarara uğramış olması, (2) bu zarara da iradesi dışında uğramış olması gerekir. Çeşitli muhtemel zarar şekilleri, bundan önce iyiliğe ve kötülüğü ayrı ayrı tartışırken açıkça anlatılmıştı. İradî eylemin, failin ne yaptığını bilmesi olduğunu da görmüştük.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Aristoteles, Retorik, Kitap I, Bölüm 2

Retorik, belli bir durumda, mümkün olan ikna araçlarını kullanma yeteneği olarak tanımlanabilir. Bu, başka harhangi bir sanatın işlevi değildir. Diğer sanatların her birisi, kendi konusuna ait bilgi verebilir yahut iknada bulunabilir: mesela, tıp sağlığın ve sağlıksızlığın ne olduğu; geometri oylumların özellikleri; aritmetik sayılar hakkında. Aynı şey diğer sanat ve bilimler için de vakidir. Ancak biz retoriğe neredeyse bize sunulan bütün konular hakkında ikna araçlarını kullanma gücü olarak bakıyoruz; işte bu yüzden de, teknik özelliği çerçevesinde, retoriğin herhangi bir özel veya belirli bir konu sınıfıyla ilgili olmadığını söylüyoruz.
İkna tarzlarının bir kısmı kesinlikle retorik sanatına aitken, bazıları bu sanata ait değildir. Retorik sanatına ait olmayanlardan kastım, konuşmacının sağladıkları değilde daha başlangıçta (zaten olgusal olarak) varolanlardır -tanıklar, işkence altında verilen ifadeler, yazılı sözleşmeler ve diğerleri. Retorik sanatına ait olanlardan kastım ise, retorik ilkeleri vasıtasıyla kendimizin inşa edebileceği ikna tarzlarıdır (Baştan beri tarz diyorum, lakin kelimenin aslı mod. Kameranin manuel ve otomatik modunda mod neye karşılık geliyorsa o!). Bunlardan biri sadece kullanılmak zorundadır, diğeri ise keşfedilmek.
Telaffuz edilmiş sözcüğün sağladığı üç tür ikna tarzı vardır. Birincisi konuşmacının kişisel karakterine dayanır; ikincisi dinleyiciyi belli bir ruh haline (zihnî çerçeveye) sokmaya dayanır; üçüncüsü ise bizzat konuşmanın bizzat kendi sözcüklerinin sağladığı ispata, yahut görünüşte ispata, dayanır. Konuşma konuşanın güvenilir biri olduğuna inandırmak üzere yapıldığında, iknaya konuşmacının kişisel karakteriyle ulaşılır. İyi insanlara, başkalarına inandığımızdan daha çok inanırız ve onlara inanmaya hazırızdır: konu her ne olursa olsun bu genellikle vakidir, tam doğruluğun mümkün olmadığı ve fikir ayrılıklarının bulunduğu durumda ise mutlak surette vakidir. Bu ikna türü de, diğerleri gibi, konuşmacının söyledikleriyle gerçekleştirilmelidir, insanların bu kişi konuşmaya başlamadan önce onun hakkındaki düşünceleriyle değil. (Öyle bir konuşur ki, güvenilir olduğunu gösterir.) Retorik üzerine yazan bazı yazarların dile getirdiği konuşmacının aksettirdiği kişisel iyiliğinin onun ikna gücüne herhangi bir etkisi olmadığı iddiası doğru değildir; bilakis, konuşmacının karakterinin, sahip olunan ikna araçlarının neredeyse en etkilisi olduğu söylenebilir. İkinici olarak, konuşma dinleyicilerin duygularını (coşkularını) harekete geçirdiğinde, ikna dinleyicilerden gelir. (...) Üçüncü olarak, bir hakikati yahut görünüşte hakikati, mevcut olaya uygun ikna edici argümanlarla ispatladığımızda, ikna, bizzat konuşmanın kendisinden etkilenmiş olur.
Öyleyse, iknayı etkileyen üç araç var demektir. Açıktır ki, bunlara egemen olacak kişinin (1) mantıklı muhakemede bulunabiliyor olması, (2) insan karakterini ve iyiliğini çeşitli formlarıyla anlayabilmesi, ve (3) duyguları (coşkuları) anlayabilmesi -yani onları isimlendirebilmesi, nedenlerini ve uyandırılabilme yollarını bilmesi- gerekir. (...) Retorik de diyalektik de ayrı bir konunun bilimsel incelenmesi değildir: her ikisi de argüman sağlama (ve sunma) yetileridir. (O zaman retorik yeti mi?)
İspatla yahut sahte ispat elde edilen iknaya gelince: nasıl ki diyalektikte bir yanda endüksiyon diğer yanda ise tasım yahut görünüşte tasım vardır, retorikte de öyle. Misal bir endüksiyondur, entimem bir tasım, görünüşte entimem ise görünüşte tasımdır. Entimeme retorik tasımı diyorum, misale ise retorik endüksiyonu. İknayı ispat vasıtasıyla etkileyen herkes, esasında ya entimemleri kullanıyordur ya da misalleri; bunun başka bir yolu yoktur. Ve bir şeyler ispatlayan herkes ya tasım ya da endüksiyon kullanmak durumunda olduğundan (ve bunu Analitikler'den biliyoruz), entimemlerin tasım, misallerin de endüksiyon olduğu sonucu çıkar. Misal ile entimem arasındaki fark, Topikler'de endüksiyon ve tasım arasındaki farkın tartışıldığı bölümlerde ortaya konmuştur. Bir önermenin ispatını benzer olaylara dayandırdığımızda, bu, diyalektikte endüksiyon, retorikte ise misaldir; belli önermeler doğru iken başka ancak oldukça farklı başka bir önermenin de daima yahut genellikle sonuç olarak doğru olduğunu gösterildiğinde, buna diyalektikte tasım, retorikte ise entimem denir. (...)
Bir ifade, ya apaçık olduğu için ya da apaçık olan başka ifadelerle ispatlanır göründüğü için ikna edici ve güvenilirdir. Her iki durumda da ikna ettiği birileri bulunduğu için ikna edicidir. Fakat sanatların hiçbirisi tekil olayları kuramlaştırmaz. Mesela tıp, Sokrates'i veya Kallias'ı neyin iyileştirmeye yardımcı olacağı konusunu değil, belli bir grup hastadan birini yahut bütün grubu neyin iyileştireceği konusunu kuramlaştırır: işi sadece budur: tekil olaylar öylesine sınırsızdır ki, bunlardan sistematik bir bilgi çıkarmak imkansızdır. Aynı şekilde retorik kuramı da Sokrates yahut Hippias gibi tekil bireylere muhtemel görünen şeylerle değil, belli tipteki insanlara muhtemel görünen şeylerle ilgilenir; bu diyalektik için de aynıyla vakidir. Diyalektik tasımlarını delilerin hayalleri gibi gelişigüzel malzemeyle değil tartışma gerektiren malzemeyle kurar; ve retorik de aynı şekilde tartışma konularını (tartışma gerektiren konuları, tartışma konusu olan meseleleri) kullanır. Retoriğin görevi, karmaşık bir argümanı ilk bakışta anlayamayan yahut uzun bir muhakeme zincirini takip edemeyen kişiler karşısında, bize rehberlik edecek sanat veya sistem bulunmaksızın üzerinde düşündüğümüz konularla ilgilenmektir. Düşündüğümüz konular, alternatif imkanlar sunar gibi görünenlerdir: ne geçmişte ne bugün ne de gelecekte başka türlü olamayacak şeyler hakkında, bunları bu şekilde kabul eden kişiler kafa yorup da vakitlerini boşa harcamazlar. (Uzun bir muhakeme zincirini takip edemeyecek yahut karmaşık bir argümanı ilk bakışta anlayamayacak kişilerle konuşuyoruz. Bu konuşma, retoriğin ilgi alanında. Ve retorik, ihtimaller hakkındaki iddialarla ilgili. Hiçbir zaman olamayacak şeyleri ele almaya zaten gerek yok. Bir sonraki paragraf bu noktanın altını tekrar çiziyor.)
Tasımlar oluşturmak ve oluşturulmuş tasımlardan sonuçlar çıkarmak mümkündür; yahut diğer yandan bu şekilde ispatlanmamış ve aynı zamanda ispat gerektirdiği için pek az kabul edilen öncüllerden sonuç çıkarmak da mümkündür. Birincinin sunduğu muhakeme, eğitimsiz bir dinleyici kitlesini varsaydığımıza göre, uzunluğu nedeniyle çok zor takip edilebilecektir; ikincinin sunduğu muhakeme ise, genel olarak kabul edilen ve inanılan öncüllere dayanmadığından, kabulün sağlanmasında başarısız olacaktır.
Öyleyse misal ve entimem, birincisi endüksiyon ikincisi tasım olarak, bu tip konulardaki esas olumsalın ne olduğuyla ilgilenmelidir. Entimem az sayıda önermeden, çoğunlukla da normal tasımı oluşturandan daha az sayıda önermeden mürekkep olmalı. (...)
Retorik tasımların temelini oluşturabilecek pek az sayıda zorunlu tipten olgu vardır. Hakkında karar verdiğimiz şeylerin ve bu yüzden de araştırdığımız şeylerin çoğu, bize değişik olasılıklar sunar. Üzerine düşündüğümüz ve araştırdığımız şeyler eylemlerimiz hakkındadır ve bütün eylemlerimiz de olumsal karakterdedir; eylemlerimizin de neredeyse hiçbiri zorunlulukla belirlenmez. Yine, sadece olağan ve mümkün olanı ifade eden sonuçlar, aynı şeyi yapan öncüllerden çıkarılmalıdır, aynen 'zorunlu' sonuçların 'zorunlu' öncüllerden çıkarılması gerektiği gibi; bunu Analitiklerden de çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla, entimemlerin temelini oluşturan önermelerin, bir kısmı 'zorunlu' olsa da, büyük bir kısmı sadece genelde doğru olanlar olacaktır. İmdi, entimemlerin malzemeleri Olasılıklar ve İmlerdir, ki bunların sırasıyla, genellikle doğru olan önermeler ile zorunlu olarak doğru olan önermelere karşılık gelmesi gerektiğini görebiliriz. (Bu konuda ilk olarak söylenen: Olasılıklar genellikle doğru olan önermelere, imler (göstergeler, işaretler) ise zorunlu olarak doğru olan önermelere karşılık geliyor.) Bir İhtimal, genellikle olan bir şeydir; bununla birlikte, bazı tanımların söylediği gibi, genellikle olan herhangi bir şey değil, sadece 'olumsal' yahut 'değişken' (değişebilir) sınıfına ait olan bir şey. (Yani, olumsal yahut değişebilir sınıfına ait olan ve genellikle olan bir şey, ihtimaldir.) (...)

3 Şubat 2009 Salı

Aristoteles, Retorik, Kitap I, Bölüm 1

Retorik, diyalektiğin eşdeşidir. (Eşdeş, İngilizce counterpart'ın karşlığı. Mukabil demek. Ama hangi açıdan ve hangi karşılıklı bağlamlarda mukabil olduğunu söylemiyor.) Her ikisi de, aşağı yukarı bütün insanların genel bilgi alanı içine giren ve belirli bir bilime ait olmayan şeylerle ilgilidir. Dolayısıyla da herkes bunları şöyle ya da böyle kullanır; zira bütün insanlar belli bir dereceye kadar düşünceleri tartışmaya ve bu düşüncelerde ısrar etmeye, kendilerini savunmaya ve başkalarına karşı çıkmaya teşebbüs ederler. Sıradan insanlar bunu ya rastgele ya da yapa yapa kazanılmış bir alışkanlıkla yaparlar. (Peki sıradan olmayan insanlar nasıl yapar? Üstelik bir sonraki paragrafın başında retorik hakkında yapılan incelemelerin sahiplerinin konunun ancak bir kısmını ortaya koyduğunu söylüyor. Öyleyse retoriği bilerek yapan kimse yok mu? Yoksa sıradan insanlar sınırlaması neden?) Her iki yol da mümkün olduğundan, konuyu sistemli bir şekilde ele alabileceğimiz açık; çünkü neden bazı konuşmacıların pratikle bazılarınınsa kendiğilinden başarılı olduğunu soruşturmak mümkün; ve böyle bir soruşturmanın bir sanatın işlevi olacağı konusunda herkes en baştan hemfikir olacaktır. (Öyleyse retorik bir sanat mı?)


İmdi, halihazırdaki retorik hakkında yapılan incelemelerin sahipleri bu sanatın ancak bir bölümünü inşa etmiş bulunuyorlar. Bu sanatın yegane hakiki unsurları, ikna tarzlarıdır: bunun dışındaki herşey süsten ibarettir. Ne var ki bu yazarlar, retorik iknanın tözü olan entimemler hakkında hiçbir şey söylemezler ve asli olmayan şeylerle uğraşırlar. Önyargı, acıma, kızma ve benzeri hislerin uyandırılmasının asli olgularla herhangi bir ilişkisi yoktur; bunlar, bir olayı değerlendiren (ve sonunda yargıda bulunan) kişiye şahsi bir çağrıdan başka bir şey değildir. Sonuçta şu anda bazı devletlerde -özellikle de iyi yönetilen devletlerde- yargılama için konulmuş kurallar heryerde uygulanıyor olsaydı, bu gibilerin söyleyeceği hiçbir şey olmayacaktı. Yasaların böyle kurallar getirmesi gerektiğini şüphesiz herkes düşünür, ama bazısı da, Areopagus mahkemesinde olduğu gibi, düşüncesini pratiğe döker ve asli olmayan şeyler hakkında konuşmayı yasaklar. Doğru hukuk ve örf budur. Yarıgıcı; kızgınlığa, kıskançlığa yahut acımaya sürükleyerek saptırtmak doğru değildir -marangozun cetvelini kullanmadan önce eğip bükmek de pekala mümkündür. (Karar, yargıcın elinden çıktı diye doğru olmak zorunda değil.) Yine, davacının iddia edilen olayın öyle ya da böyle olduğunu, yani gerçekleşip gerçekleşmediğini göstermekten başka yapacağı bir şey yoktur. Bir şeyin önemli önemsiz, adil gayrı adil olması açısından ise, yargıç, davanın taraflarından talimat almayı kesinlikle reddetmelidir (taraflar bu konuda yol gösterici olmamalıdır): yasakoyucunun henüz tanımlamadığı hususlarda kararı bizzat kendisi vermelidir.

İmdi, iyi hazırlanmış yasaların bütün konuları mümkün olduğunca belirlemesi ve yargıcın kararına mümkün olduğunca az şey bırakması çok önemlidir; bunun da çeşitli nedenleri vardır. Öncelikle, adaleti yasalaştırmaya ve idare etmeye (belki 'yasamaya ve adaleti idare etmeye') ehil bir veya birkaç aklı başında insan bulmak, çok sayıda insan bulmaktan daha kolaydır. (Aklı başında birkaç kişi yasaları yapsın ve yargının işleyişini düzenlesin; yargıçların sayısı o kadar çok ki, hepsinin aklı başında olma ihtimali az.) Sonra, yasalar uzun süren bir muhakemeden sonra yapılır; oysa mahkemelerin kararı kısa bir değerlendirmenin arkasından verilir, ki bu da, davanın, adaletin ve menfaatin taleplerini (aynı anda) yerine getirmesini sağlamaya çalışan kişilerin işini zorlaştırır. En önemli neden ise şudur: yasakoyucunun kararı geleceğe ilişkin ve geneldir, belli bir olaya has değildir; oysa meclis ve jüri üyelerinin görevi, önlerine getirilen belirli davalar hakkında karar vermektir. Karar verme durumunda olan bu kişiler çoğunlukla dostluk, nefret yahut kişisel çıkar duygularının kendilerini etkilemesine öyle izin verirler ki, hakikati net bir şekilde göremezler ve kararları kişisel haz yahut acı gibi düşüncelerle bulanıklaşır. (Yasakoyucu bilmediği durumlar için geleceğe yönelik olarak ve muhtemelen sağlam bir ilke temelinde kurallar koyar. Oysa yargı kararı, geçmişte olmuş ve belli kişilerin taraf olduğu bir olayla ilgilidir. Yasakoyucunun davanın taraflarını bilmemesi, onun tarafsızlığının garantisi olarak sunuluyor.) Öyleyse diyoruz ki, genel olarak, yargıca karar vermesi için mümkün olduğunca az şey bırakılmalıdır. Ancak bir şeyin gerçekleşip gerçekleşmediğine, olup olmayacağına yahut öyle ya da böyle olduğuna ilişkin sorunlar, zorunlu olarak yargıca bırakılmalıdır; zira yasakoyucu bunları öngöremez. Böyle olunca da, 'giriş'in yahut 'anlatım'ın veyahut da konuşmanın diğer bölümlerinin içeriğinin ne olması gerektiği gibi öteki konular hakkında kurallar koyan herkes, asli olmayan şeyleri, sanki bu sanata aitlermiş gibi kuramlaştırmış olmaktadır. Bu yazarların burada uğraştıkları tek soru, yargıcın önceden belirlenmiş bir ruh haline nasıl sokulacağıdır. Konuşmacının doğru inandırma tarzları hakkında -yani, entimemler hakkında nasıl beceri kazanılacağı konusunda bize söyleyecekleri hiçbir şey yoktur.

Öyleyse şu çıkıyor ortaya: siyasi nutuk ile adli nutukta aynı sistematik ilkeler işlemesine rağmen, ve siyasi nutuk daha soylu bir iş ve bir vatandaş için özel şahıslar arasındaki ilişkilerle ilgili olan (adli nutuktan) daha uygun olmasına rağmen, bu yazarların hepsi siyasi nutuk hakkında herhangi bir şey söylemez de, mahkemede konuşma (suçlama veya savunma yapma, herhangi bir iddiada bulunma) tarzı üzerine incelemeler yazmaya çalışırlar. Bunun nedeni, siyasi nutukta asli olmayan şeyler hakkında konuşmak için daha az saik bulunmasıdır. Political oratory is less given to unscrupulous practises than forensic, because it treats of wider issues. Siyasi bir tartışmada bir hüküm oluşturan kişinin (her iki taraf da olabilir, ancak her halükarda iddiayı dinleyerek hüküm oluşturan kişi olarak düşünülmeli) verdiği karar, kendi hayati çıkarları hakkındadır. Dolayısıyla da olguların, alınacak bir önlemin destekleyicisinin söylediği şey olduğundan başka bir şeyin ispatlanmasına gerek yoktur. Adli nutukta ise bu yeterli değildir; burada önemli olan dinleyicinin yatıştırılmasıdır. Başka insanların ilişkileri hakkında karar verilecektir; bu durumda da kendi çıkarlarına odaklanmış ve tarafgirane dinleyen yargıçlar, bu kişiler arasında bir yargılama yapmaktansa kendilerini tartışmacılara teslim ederler. Bu yüzden, daha önce de söylediğimiz gibi, pek çok yerde, mahkemelerde alakasız şeylerden bahsetmek yasaklanmıştır: halk mecilisinde hüküm verecek olan kişiler de buna karşı (alakasız şeylerden bahsedilmesine karşı) kendilerini koruyabilirler.

O zaman, dar anlamıyla retorik incelemesinin ikna tarzlarıyla ilgili olduğu aşikârdır. İkna bir tür tanıtlamadır, zira bir şeyin tanıtlandığını düşündüğümüzde en üst seviyede ikna olmuş oluruz. Hatibin tanıtlaması bir entimemdir, ve bu, genel itibariyle, ikna tarzlarının en etkilisidir. Entimem bir tasım türüdür, ve istisnasız her türden tasımın ele alınması, ya bütün olarak diyalektiğin ya da dallarından birinin işidir. Dolayısıyla, açıkça ortaya çıkıyor ki, tasımın nasıl ve hangi unsurların birleşmesiyle üretildiğini en iyi görebilen kişi, hele bir de entimenin konusunu ve dar anlamıyla mantığın tasımından hangi açılardan ayrıldığını öğrenirse, entitem konusunda ustalaşmış olacaktır. Neyin doğru neyin yaklaşık olarak doğru olduğu, aynı yetiyle kavranır; insanların doğru olan için doğal bir içgüdüsü olduğu ve genellikle doğruya ulaştıkları da söylenebilir. Dolayısıyla, doğruyu tahmin etmede iyi olan kişi ihtimalleri tahmin etmede de iyidir.

Retorik üzerine yazan sıradan yazarların asli olmayan şeyleri ele aldığını böylece göstermiş olduk; aynı zamanda adli nutuk dalına neden daha eğilimli olduklarını da gösterdik.

Retorik, (dört nedenden dolayı) yararlıdır: (1) doğru şeyler ve adil şeyler karşıtlarına baskın çıkma konusunda doğal bir eğilime sahip olduklarından, eğer yargıçların kararı olması gerektiği gibi değilse, yenilgi konuşmacılardan kaynaklanmıştır ve buna uygun olarak ayıplanmalıdırlar. Üstelik (2) tam bir bilgiye sahip olmak bile, bazı dinleyecilir karşısında, inandırmak için yapacağımız konuşmayı kolaylaştırmaz. Çünkü bilgiye dayanan argüman öğretim gerektirir ve (argümanınızın dayandığı bilgileri) öğretemeyeceğiniz kişiler vardır. Öyleyse burada ikna tarzı ve argüman olarak, Topikler'de halktan bir dinleyici kitlesini yönlendirme tarzını incelerken gördüğümüz gibi, herkesin sahip olduğu nosyonları kullanmalıyız. Dahası, (3) iknayı, tıpkı kesin muhakemenin kullanılabileceği gibi, sorunun her iki tarafına da uygulayabilmeliyiz; bunu, iknayı pratikte her iki açıdan da kullanabileceğimiz için değil (zira insanları yanlış şeye inandırmamalıyız), olguların ne olduğunu açıkça görebilelim diye ve bir kişi dürüst olmayan bir şekilde tartışıyorsa, kendi hesabımıza onu yalanlayabilelim diye yapabilmeliyiz. Başka hiçbir sanat karşıt sonuçlar çıkaramaz: sadece diyalektik ve retorik yapabilir bunu. Bu her iki sanat da tarafsız bir şekilde karşıt sonuçlar çıkarır. Ne var ki, altta yatan olgular kendilerine karşıt görüşlerin ellerine eşit derecede bırakıvermezler. Hayır; doğru olan şeyler ve daha iyi olanlar, doğaları itibariyle, neredeyse her zaman daha kolay ispatlanabilirler ve onlara daha kolay inanılır. Yine, (4) insanın azalarıyla kendini savunamadığı için kınanması gerektiğine inanmak ama konuşması ve aklıyla kendini savunamadığında kınanmaması gerektiğine inanmak saçmadır, üstelik insan için akli konuşmanın kullanılması azaların kullanılmasından daha ayırt edici bir özellik iken. Böyle bir konuşma gücünü haksız bir şekilde kullananan kişinin en büyük zararı verebileceği söylenerek karşı çıkılacak olursa, (bilinmeli ki) bu, erdem dışındaki bütün iyi şeylere ve herşeyden önce de kuvvet, sağlık, refah ve önderlik gibi en yararlı şeylere de karşı yapılabilecek ortak bir suçlamadır. Bunları doğru bir şekilde kullanan kişi en büyük faydayı sağlayabileceği gibi, yanlış kullanarak en büyük zararı da verebilir.

Öyleyse, retoriğin tek bir konu sınıfıyla ilgili olmadığı ve en az diyalektik kadar evrensel olduğu açıktır; aynı zamanda, yararlı olduğu da açıktır. Şu da çok açık: retoriğin işlevi sadece iknada başarılı olmak değildir, daha çok, her bir tekil olayın müsaade ettiği oranda başarıya mümkün olduğunca yaklaşmanın yollarını kefşetmektir. Bu açıdan bütün diğer sanatlara benzer. Mesela, tıbbın tek işlevi sadece insanları sağlıklı yapmak değil, aynı zamanda onları mümkün olduğunca sağlığa giden yola sokmaktır; tam anlamıyla sağlıklı olamayacaklara bile mükemmel bir tedavi sunmak mümkündür. Bunun yanında, aynen hakiki tasım ile görünüşte çıkarımı birbirinden ayırmak diyalektiğin görevi olduğu gibi, hakiki ikna tarzları ile görünüşte ikna tarzlarını birbirinden ayırmanın retoriğin işlevi olduğu da açıktır. İnsanı 'sofist' yapan yetisi değil, ahlaki amacıdır. Bununla birlikte retorikte retorisyen ifadesi, konuşmacının bu sanat hakkında bilgisini de ahlaki amacını da tanımlayabilir. Diyalektikteyse durum farklıdır: kişi belli bir ahlaki amacı olduğu için 'sofist'tir, buna karşın bir kişi, ahlaki bir amacı olduğu için değil yetisi olduğu için 'diyalektisyen'dir.

Şimdi de Retoriğin bizzat kendisinin sistematik ilkelerini -belirlediğimiz hedefe ulaşmanın doğru yöntem ve yollarını açıklayalım. Şimdi yeniden başlıyor gibi yapmalı ve daha fazla ilerlemeden retoriğin ne olduğunu tanımlamalıyız.